Türk sufiliğinin hakikatle ilişkisi çerçevesinde bir tartışma var ve işin aslı bu tartışma modernleşme tartışmalarının içinden büyütülüyor. Ernest Gellner Yüksek İslam ile Halk İslam’ı kavramları üreterek sufiliği “halk İslam” tabirine itiyor ve tabii olarak şehirli, ticaretle meşgul okumuşları da “Yüksek İslam”ın rol modeli sayıyor: “İki din tarzı arasındaki ayrım nedir? Yüksek İslam’ı izleyenler kentli bilgelerdir. Genellikle ticari burjuvazi arasından devşirilmişlerdir; sıklıkla ticaret ve bilgeliği bir arada yürütürler. Kentli orta sınıfların doğal tercih ve değerlerini yansıtırlar (...) Bu değerler düzen, kurallara uyma, sabır ve öğrenimi içerir. Histeri ve coşkusal aşırılıklara, dinin ses ve görüntüleyle aşırı desteklenmesine tepkiyi de birlikte getiren değerlerdir bunlar. Bu yüksek İslam; İslam’ın katı tektanrıcıl ve şeriata dayalı (nomokratik) doğasını da özellikle vurgular (...) Oysa halk İslamı çok farklıdır. Halk İslamının en belirleyici kurumu, veli kültüdür. Veliler, çoğu zaman yaşayan kişiler değil, artık yaşamayan kişilerdir (...) Bu inanç biçimi genellikle tekke, zaviye ya da uhuvvet kurumları diye bilinen velilik ya da şeyhlik dergâhlarında göze çarpıyordu” (GELLNER, 1994: 25- 6). Gellner’in hadiseye böyle bakması çok normal. Çünkü Batı’da dinin geri çekilmesiyle kutsal adamlarını yitiren ve yerine aydını ileri süren bir bilgi üretimi var. Bu bilgiyi Batı-dışı toplumlara taşımak için Batı-dışı toplumlarda da kutsalı koparılmış bir aydın zümre olması gerekiyor. Gellner’in bu yargılarını paylaşan pek çok Müslüman var. Osmanlı’nın çöküşü sürecinde sufiliğin yeni kurulacak modern topluma bir katkısı olmayacağını önce Müslüman önderler telaffuz ettiler. Milli devletler ile modernleşme talepleri birlikte geliştirildi.
Her şeye rağmen Batı toplumlarında Gellner’in bakış açısından farklı yaklaşımlar da mevcut. Örneğin Robert Frager, Gellner’in analizini boşa çıkaracak şekilde başka bir mürşid kimliğinden bahsediyor: “Mürşid günlük realite ile etkili bir biçimde başa çıkabilmenin yollarını bilir; ancak yine de kutsalı gözden ızak tutmaz. Sufi mürşidleri sanatçı, tüccar, balıkçı ve bakkal idiler. Hatta büyük mürşidlerin önemli kısmı hamal, sâki ve kapıcı gibi küçük işler yapmışlardır” (FRAGER, 2004: 196). Gellner’in söylediği halk İslam’ının Frager’in söylediği meslekî temayüzle bir ilgisi yoktu. Gellner, Afrika kabilelerinin sufî yaklaşımlarından bahsetmiş gibidir: “Veli kültü, özellikle kabile yaşamına özgü ya da yarı kabilevî örgütlenmenin sürdüğü kırsal bölgelerde egemendi. Neredeyse anarşik bir durumun egemen olduğu kırsal koşullarda önemli işlevleri yerine getiriyordu” (GELLNER, 1994: 6). Bu nedenle Türkiye’de sufî yaklaşımların Gellner’in sınıflamasına tabi olmadığı söylenebilecektir.
Ahmet Hamdi Tanpınar Türk sufiliğinin karakterini şehre kazıdığından bahsederek Gellner gibi düşünenleri tekzip edecek yazılar yazdı. Osmanlı velisi şehirliydi: “Eski medeniyetimiz dinî bir medeniyetti. Beğendiği benimsediği adama ölümünden sonra verilecek bir tek rütbesi vardı: evliyalık. Halkın sevgisini kazanmış adam mübarek tanınır, ölünce velî olurdu. Onun içindir ki İstanbul evliya doludur. Bunların başında fetih ordusunun şehitleri gelir. Onların mazhariyeti hak ve millet uğruna kazanılan rütbeden de üstündü” (TANPINAR, 1979: 47). Tanpınar’ı dinlersek, Osmanlı’nın son döneminde yetişen aydının ruhunu kaybettiği gerçeği çıkacaktır. Aslında o mürşidine inanmamaya başlamış ve inanabileceği bir mürşid aramaktan da vazgeçmişti.
Oysa Tanpınar’a göre “Eski İstanbul bir terkipti. (...) Bir yığın unsurun birbiriyle kaynaşmasından doğmuştu. Bu terkibin arkasında Müslümanlık ve imparatorluk müessesesi, bu iki mihveri de kendi zaruretlerinin çarkında döndüren bir iktisadî şartlar bütünü vardı (...) Hususî bir yaşayış şekli, bütün hayata istikamet veren ve her dokunduğunu rahmanileştiren dinî bir kisve bu terkibin mucizesini yapıyordu. Gümrükten geçen her şey Müslümanlaşıyordu. (...) İngiltere’den dün gelmiş rokoko saat (...) odaya girer girmez çok Müslüman bir zamanı saymaya başladığı için derhal Müslümanlaşır; kuvvetli ilahiyat tahsili yüzünden az zamanda ulema kisvesini taşımaya hak kazanan bir muhtedi (...) Kur’an ve Hadis bilgisiyle asıl Müslümanları susturan Hançerli Bey gibi bir şey olurdu (...) Çünkü asıl yayı çeken ve âhengi gösteren şeyler bizimdi” (TANPINAR, 1979: 23). Ahmet Hamdi’ye göre eski hayatımızın harcı sufî büyüklerdi. Tanpınar’a göre Aziz Mahmut Hüdaî Efendi, Sultan Ahmed camiinin temeli idi: “Ben Aziz Mahmut Hüdaî Efendi’yi, Sultan Ahmed camiinin temelleri arasında tahayyül ediyorum” (TANPINAR, 1979: 51).
Mimari ile sufîliğin iç içe girerek hamur edildiği bir medeniyetten bahsttiğimiz için Gellner’in sufîlik yorumunun bizim coğrafyamızda karşılığını bulmak mümkün olmayacaktır. Ancak bu yazıdan başka bir sonuç daha çıkıyor. Gümrükten içeri giren herşeyi Müslümanlaştıran sufiliğin yıkılışı ile beraber Anadolu’da Müslümanca yaşam yerlilik zihnini yitirdi. Bizi toplayan bir camii varsa bile kubbesiz; yani alem tasavvuru, uslûb ve ahenk hissi yıkık. Zahid ve zakir sırrolunca, şehir gayboldu. Kalpler bir türlü mutmain olmuyor. Kenti basan hafakanları neyden sanıyordun?
- FRAGER Robert, Kalp Nefs Ruh, Gelenek Yayınları, 2004
- GELLNER Ernest, Postmodernizm İslam ve Us, Ümit Yayıncılık, 1994
- TANPINAR Ahmet Hamdi, Beş Şehir, Dergâh Yayınları, 1979