Din, dil ve tarih gibi bir milletin köklerini oluşturan değerlerin sembolü olan ve tasavvurumuzu inşa eden kavramların içinin nasıl boşaltıldığından, sulandırıldığından ve bu kavramlara nasıl gerçek anlamlarının tam zıddı anlamlar yüklendiğinden geçen yazımızda (*) bahsetmeye çalışmıştık.
Peki, şeytan ve askerleri bu kavramlarla neden uğraşır?
Aslında bu sorunun cevabı açıktır:
“Tasavvurdaki milimetrik sapmanın, amelde kilometrelere tekâbul ettiğini” çok iyi bilen şeytan ve askerleri, Kur' an' ın bizzât Rabbimiz tarafından korunan metnine ilişemediklerinden, bütün güç ve hünerlerini bu kavramların yanlış anlaşılması üzerine odaklamışlardır.
Çünkü; tasavvur iğfal edilirse, tasavvurun endazesi kaydırılırsa, tasavvur gömleğinin ilk ilmeği yanlış iliklenirse; haktan saparak ortaya çıkan ameller "şeytanın amelleri" olacak ve şeytana hizmet edecektir.
Bu anlamda, hedefteki kavramların başında kuşkusuz "şefâat" gelmektedir.
Kur' an' da tam 25 ayette (**), şefâat yetkisinin Allah' tan başkasına ait olmadığı, Allah' tan başka hiçbir kimsenin kendiliğinden ne kendisine ne de bir başkasına şefâat edemeyeceği kesin bir şekilde beyan edilmiştir.
Ancak şeytan ve askerlerinin icadı olan “uydurulmuş dinde” şefâatin anlamı bambaşkadır.
Uydurulmuş dinin, sahih hadis diye yutturduğu uyduruk rivayetlerle desteklediği şefâat algısına göre; peygamberler, şehidler, sıddıklar, şeyhler, gavslar, imamlar gibi birçok mercinin "kendiliğinden şefâat etme; yani istedikleri, uygun gördükleri ve özellikle kendi mezhep-tarikat-cemaat mensubu olan günahkârları cehennemden âzâd etme yetkileri vardır. -hâşâ-
Uydurulmuş dinde şefâat kavramı öylesine sulandırılmıştır ki; namazlarda, hutbelerde, kandil gecelerinde, mezar başlarında bu zâtların şefâatlerine ve himmetlerine sığınır hale gelinmiştir.
Maddî ve mânevî rant kapısı haline getirilen bu çarpık anlayış, Kur' an' da sert bir şekilde (**) reddedilmektedir.
Yine Kur' an' dan öğrendiğimize göre; Hz. İbrahim (as) babasına, Hz Nuh (as) oğluna, Hz. Lut (as) karısına, Hz Muhammed (as) amcasına şefâat ve hidayet edip onları Cehennem ateşinden kurtaramamıştır.
Konuyu pekiştirmek adına şu soru üzerinde biraz tefekkür etmek gerekir:
Allah Resûlü’ nün (sav), Allah’ tan bağımsız bir şekilde dilediğine hidayet edip şefâatiyle Cehennem’ den kurtarma yetkisi olsaydı, bu yetkiyi kullanacağı ilk insan kim olurdu?
Şüphesiz bu kişi, Efendimizi büyüten, yetiştiren, ona kol kanat geren, yanından bir an olsun ayırmayan ve İslam’ ın ilk dönemlerinde başta Efendimiz (as) olmak üzere Müslümanları himayesine alan ve İslam’ ın yayılmasında en kilit rollerden birini üstlenen hatta müslümanlık iddiasında olan bizlerden bile kat kat daha fazla İslâm' a hizmet eden amcası Ebu Talib’ ten başkası olmazdı.
Efendimiz (as), Ebu Talib hayatta iken amcasının İslam’ la şereflenmesi için çok dua etti. Defalarca kez kendisini imana davet etti. Ancak hidayet kapılarının açılabilmesi için; kişinin hür iradesiyle hidayeti dilemesi, istemesi, talep etmesi ve Allah' a yönelmesi gerekmekteydi.
Amcası Ebu Talib’ in ölüm döşeğinde iman etmesi için dua edip gözyaşı döken Efendimize (as) hitaben:
“Şüphesiz ki sen sevdiğin herkesi doğru yola yöneltemezsin ve fakat Allah (isteyenin) doğru yola yönelmesini diler. Zirâ O, kimin doğru yola girmek istediğini çok iyi bilir. (Kasas, 56)
buyurarak, hidayetin kişinin kendi iradesiyle dilemesine ve istemesine bağlı olduğunu beyan etmiş ve atalarının dini üzerine yaşayan Ebu Talib, atalarının dini üzerine ölmüştür.
"Elbette Peygamber gönderilen ümmetlere soracağız, elbette gönderilen Peygamberlere de soracağız” (Araf, 6)
De ki: "Ben peygamberlerin ilki değilim; ve [onların tümü gibi] ben de bana ve size ne yapılacağını asla bilmiyorum; ben sadece (vahyi) olduğu gibi beyan eden bir uyarıcıyım." (Ahkaf, 9) ayetleriyle eğitilen ve kendi ifadesiyle günde yüz kere tevbe eden Efendimiz (sav);
- "Kızım Fâtıma, nefsini Allah’ ın elinden satın al. Yoksa ben de senin için bir şey yapamam" derken aslında öz akıl sahipleri için çok şey anlatmaktadır.
Peki şefâat konusunu nasıl anlamalıyız?
Teşbihte hata olmaz. Bunu Oscar Ödülleri töreni üzerinden anlatmaya çalışalım:
"O akşam "Oscar Ödülleri" sahiplerini bulacaktır. Bu ödülleri kazanmak için kıyasıya bir mücadeye giren, oyunculuklarını konuşturan ve bu ödül için finale kalmayı hakeden başarılı oyunculara ödülleri takdim edilecektir. Ödül törenini düzenleyen "otorite" tarafından ödül sahipleri önceden belirlenmiştir. Finale kalan oyuncular ise sonucu merakla beklemektedir. Filmlerin hasılatına, başarısına, oyunculara olan teveccühe ve ortamın genel havasına bakıldığında kimin hangi ödülü alacağı tahmin edilebilmektedir. Derken ödüller açıklanmaya başlanır.
En iyi oyuncu "x kişisi" ilân edilir. "X kişisine" ödülünü vermek üzere (şefâat etmek üzere), sinema camiası içerisinde çok sevilen ve değer verilen "Y kişisi" sahneye davet edilir ve "y kişisi" [otorite tarafından belirlenen] ödülü, alkışlar arasında "x kişisine" teslim eder.
Aynı otorite tarafından "yılın bidonları" diye tabir edilen başarısız oyuncular da seçilmiştir. Yılın bidonları da kahkalar ve yerilmeler arasında ilân edilir."
İşte şefâat olayı da böyle anlaşılmalıdır.
Hayattayken iman edip, salih amel işleyen, hayırlarda yarışan, korku ve ümit içerisinde derin bir sorumluluk bilinciyle rabbinden kurtuluş bekleyenler, amelleriyle rabbimizin rızasını kazandıkları takdirde, o din gününde kendileri için hazırlanan ödül töreninde, kurtuluş nişanlarını rabbimiz tarafından uygun görülen kişilerin elinden alacaklardır.
"Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirltilirsiniz, nasıl diriltilirseniz öyle haşrolursunuz" diyen bir peygamberin (as) ümmeti iddiasındaki bizler, "Kur' an Ay' ı" Ramazan esintisini hissettiğimiz şu mübarek günlerde Kur' an' la hemhâl olmalı ve ayetler üzerinde derinlemesine tefekkür etmelidir.
Şeytan ve uşaklarının saldırılarına, ancak bu şekilde göğüs gerilebileceği unutulmamalıdır.
Kurtuluş beratını, Efendimizin (as) elinden almamız duası ve niyazıyla...
Ramazan-ı Şerifimiz bizleri mübarek kılsın.
Vesselâm.
(**) Bakara 48-123-254-255, Nisâ 85, En' âm 51-70-94, A' râf 53, Yûnûs 3-18, Meryem 87, Tâhâ 109, Enbiyâ 28, Şû' ârâ 100, Rûm 13, Secde 4, Sebe 23, Yâsin 23, Zümer 43-44-69, Ğâfir 18, Zuhruf 86, Necm 26, Müddessir 48