Diktatörlük genellikle demokrasinin karşıtı bir kavram olarak ve çoğu zaman da darbe sonrası yönetimleri ifade etmek üzere siyasi zeminde kullanılan bir kavramdır. Dikte ettirmek kökeninden gelmesi nedeniyle de toplumu bütüncül (total, totaliter) olarak belli bir yönde manipüle etme düşüncesine dayanır. Eğer kişisel bir vasıflandırma yapsaydık, böyle bir insana ‘zorba’ dememiz gerekirdi.
Diktatörlük doğal olarak güç sahibi olmayı da gerektirir. Aralarında çeşitli farklılıklar olsa da faşizm, komünizm, tek parti yönetimleri, despotizm, darbe yönetimleri, aile yönetimleri bir yanıyla otoriter ve diktatoryal olarak kabul edilir. Bu anlamda diktatörlük yalnızca tek kişi yönetimi olmaktan ziyade, kaba güç kullanmak suretiyle toplumu yukarıdan şekillendirme düşüncesidir. Diğerleri zararlıdır çünkü… Eleştiri de yoktur, özeleştiri de… Muhalefet etmek hatta egemen düşüncenin dışında düşünmek fevkalade sakıncalıdır.
Tek kişi yönetimi olan monarşi, yani krallık-sultanlık gibi yönetimler demokratik olabileceği gibi, serbest seçimlerle gelmiş olan yönetimler de sonradan dikta rejimine dönüşebilirler. Birincisinin öne çıkan örneği Birleşik Krallık iken, ikincisin ki Hitler Almanya’sıdır. Nitekim Hitler, yönetime seçimle gelmiştir. Ancak dikta denince ilk akla gelenlerden birisidir Hitler.
Bir de serbest seçimlerle işbaşına geldiği halde, sahip olduğu güç ve yetkiler nedeniyle 'seçimle gelen diktatör' olarak nitelendirilen kişiler-yönetimler vardır. Amerika’daki başkanlık sistemi ve başkanlar bunların başında gelir. Sahip olduğu güçlü yetkiler nedeniyle Amerika’da başkanlar kimi yorumcularca 'seçilmiş diktatör' olarak vasıflandırılmaktadır. Nitekim başkanlar gerçekten de çok güçlüdür ve yetkileri de çok geniştir. Ama sadece seçimle gelmemekte seçimle de gitmektedir. Hatta iki dönemden fazla seçilme hakkı da yoktur. Oysa konvansiyonel diktatörler sadece kendileri ömür boyu iktidarda kalmazlar, veliahtlarını da seçerler.
Amerika’da başkan ya da yönetim sahip olduğu, ekonomik, askeri ve medya gücü vasıtasıyla kendi değerlerini dünyaya dikte ettirmektedir. Daha doğrusu müesses nizam başkanı da yönetimi de hem seçmekte hem de kullanmaktadır. Bu gücünü kullanarak sözgelimi Irak gibi ülkeleri demokrasi götürme gerekçesiyle işgal dahi edebilmektedir. Bununla da yetinmemekte, pek çok ülkede kendi çıkarına olacak şekilde darbeler planlamakta ve icra etmektedir. Ama bu diktatörlük türü güçlü etkisi nedeniyle literatüre girmeyi dahi başaramamıştır. Gerçekte pazarlanan ise ‘değerler’ değil, çıkarlardır aslında…
Seçilmiş diktatörlerin başka türlüleri de vardır elbette… Sözgelimi Putin bunlardandır. 2000 yılından beri üstelik seçimleri ezici bir farkla kazanmaktadır. Seçimlerin serbest yapılmadığı da söylenemez. Öyle olsaydı Avrupa ayağa kalkardı zaten… Ama komünizm sonrası ülkedeki dağılmışlığı toparlaması ve ülkeye çöreklenmiş oligarkların tabiri caizse canına okuyarak halkına nisbi refah getirmesi nedeniyle halkından teveccüh görmektedir. Ukrayna savaşı sonrası ne olur bilinmez ama şimdilerde diktatör denince akla gelen ilk kişilerden birisi Putin’dir.
Bir de tabii, sözde seçim yapıp göstere göstere dikta rejimini sürdürenler var. En son böyle bir seçim Türkmenistan’da yapıldı. Bizde 1950’ye kadar yapılan seçimler de öyleydi. Mursi seçilinceye kadarki Mısır seçimleri de aynı. Nitekim yapılan ilk serbest seçimde Türkiye’de de Mısır’da da hak edenler kazandı ama her ikisi de gerçek dikta yanlılarınca darbeye maruz bırakıldı. Sonlarını biliyorsunuz.
Az da olsa darbe yapıp meşruiyyet kazananlar da yok değil… Muhammed Ziyaül-Hak bunlardan birisidir mesela… En sonunda Amerika kendi büyükelçisini de feda ederek bir uçak kazası (!) ile ondan kurtuldu. Şimdilerde Mali ve Burkino Faso’daki darbelerin de halk tarafından desteklendiği söyleniyor. Aslında olan darbeden ziyade darbeciden kurtulmak… Çünkü ülkeden kovulan sömürgeci Fransa ve onun içerideki işbirlikçileri… Dolayısıyla böyle hareketler darbeden ziyade ülkeden düşmanı kovmaktır. Bir tür ihtilaldir yani... Nitekim üçüncü dünya ülkelerinde maalesef neredeyse hiçbir yönetim gerçekte halkını temsil etmez. Ülkelere verilen sözde bağımsızlıklar ise sıkı ve gizli şartlara bağlanmıştır. Canına tak eden halk ise değişik şekillerde bu tür hareketlenmelere arka çıkabilmektedir.
Malum olduğu üzere konu ile ilgili tartışmalar başkanlık sistemi ile birlikte Türkiye bakımından da alevlendi. Fevkalade serbest yapılan seçimlere rağmen, mevcut cumhurbaşkanı diktatörlükle suçlanmaktadır. Geçmişte de bu iddialar yok değildi ama başkanlık sistemi ile birlikte daha bir ivme kazanmış gözükmektedir. Oysa diktatörlükte ilk şart seçimlerin olmaması ya da göstermelik olması iken, ikinci şart seçimle gelenin seçimle gitmemesidir. Bunun Türkiye bakımından merkezi yönetimde bir örneği olmasa da (çünkü bütün seçimler kazanılmıştır) yerel yönetimlerde vardır. Nitekim cumhurbaşkanı tekrarlan seçimlerde muhalefet partisinin İstanbul’daki adayını tebrik etmiştir. 2023’te yapılacak cumhurbaşkanlığı seçiminde ise, seçim kaybedilirse, cumhurbaşkanının koltuğunu bırakmayacağını ileri sürmek abesle iştigalden başka bir şey değildir.
Hasıl-ı kelam odur ki; evet konvansiyonel dikta rejimleri yok değildir. İkinci Dünya savaşı öncesinde zirve yapan bu rejimler kendilerine karşılık da bulmuştu. Ama (bana göre insanlık ve medeniyet düşmanı olan) ‘Batı’nın temsil ettiği ve evrenselmiş gibi pazarladığı standartlara uymayan her kim olursa olsun, diktatörlükle suçlanmaktadır. Bugün önemli ölçüde kabul görmüş olan bu batı değerlerini gerektiğinde silahlı güç kullanarak, ama pek çok zaman elindeki ‘yumuşak güç’ vasıtasıyla ‘dikte’ ettirdiğini, dolayısıyla ‘dikta’nın sadece ‘seçilmiş’ olanının makbul sayıldığı, bu seçilen her kimse de kendileriyle senkronize olması gerektiği gibi, konunun az bilinen tarafına dikkat çekmek istedim efendim…