Güzelim ülkemizin çehresini karartan bazı hoyratlıklar, insanına ülkesini dar eden tavırlar.. Kısa bir göz atıyoruz:
Hava Kuvvetleri eski Komutanı Org. İbrahim Fırtına'nın; "Hastane ve sosyal tesislere, evlatlarını ziyarete gelen siviller, başörtülerini açsalar bile nizamiyeden içeri alınmayacaklar" şeklinde emir verdiği ortaya çıktı.
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, ısrarla darbe planlarındaki korkunç senaryoları ve cuntacıların camilere yönelik saldırı planlarını "Allah Allah diyen ordu Cami bombalar mı" diye reddederken, bir bir ortaya çıkan belge ve görüntüler, adeta Başbuğ'u yalanlar nitelikte...
Bu tür insafsızlıklar şimdilerde bile oluyor, hem de bir üniversite kurumunda;
Geçtiğimiz günlerde Marmara Üniversitesi misafirhanesinde rezervasyon yaptıran Çınar ailesi, kalmak için gittiklerinde başörtülü oldukları gerekçesiyle misafirhaneye alınmadı. Kış soğuğunda sokakta kalan aileye resepsiyon görevlisi, uygulama konusunda Marmara Üniversitesi Rektörü'nün sözlü talimatı bulunduğunu söylemiş!
Baskıcı bir zihniyet karşımızda, bizleri öteleyen, iteleyen.. Hemen her kurum içerisinde tecessüm edip karşımıza dikilmiş, bütün pervasızlığıyla: “YASAH KARDAŞIM” diyor…
Bunun en keskin örneklerini yaşayanlar bize mektuplar atmışlar. Onları sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu mektubumuz, YAŞ (Yüksek Askeri Şura) Kararlarıyla ordudan atılmış olan (Re’sen emekli edilmiş olan) Yakup Binbaşı’ya ait:
KAPILAR SÜRMELİ…
“… Ben de size Genelkurmay Başkanı’nın son bilgilendirme toplantısının hiç de gerçekleri yansıtmadığına dair, yaşadığım bir olayı aktarmakla fayda görüyorum.
Sene 1994 yazı, terörün en azgın olduğu dönem.
Ailemle birlikte özel otomobilimle Kars tan Kayseri istikametine ilerliyoruz. Erzincan’a geldiğimizde havanın kararmasıyla; geceyi Erzincan orduevinde geçiririz, sabah da erkenden yola devam ederiz, diyerek orduevine geldik. Resepsiyondaki askere gece burada kalmak için yer vermesini istediğimde, asker üzgün ve mahcup bir şekilde:
“Komutanım; özür dilerim, eşinizin başörtüsü sebebi ile size yer tahsis edemeyeceğim” dedi.
Ben aslında öyle bir cevabı alacağımı bekliyordum, ancak ümitsiz de değildim. Çünkü o zaman birliklere yayınlanmış emir vardı. Emre göre; TSK personeli için gece yolculuğu, yol emniyeti sebebi ile yasaklanıyor, eğer ki yolculuk esnasında zaruri olarak ikamet etmek gerekirse güvenli yer olan orduevlerinde kalmamız söyleniyordu. Çünkü dışarıda otellerde kalmak çok emniyetli değildi. Asker olduğumuz her halimizle belli olması sebebi ile belki de böyle bir emrin olması gayet mantıklı idi.
Ama gelin görün ki uygulamalar hiç de öyle değildi.
Her neyse; ben de askere tekrar rica ettim, eğer orduevi müdürü halen buradaysa gidip Orduevi Müdürü Albayla görüşmesini söyledim. Bunun üzerine asker konuşmak üzere yanımızdan ayrıldı ve orduevi müdürü ile görüştü, tekrar yanımıza geldi.
“Komutanım, çok özür dilerim mümkün değil” dedi. Tabi ben de artık ısrar etmedim.
Bu arada ilginç bir gelişme oldu. Tam, “Ne yapacağız şimdi?” deyip oradan ayrılırken, Orduevi Nöbetçi Subay Yüzbaşı yanıma geldi ve: “Hayırdır, bir problem mi var?” dedi. Anladım ki askerle aramızdaki konuşmalara uzaktan da olsa kulak misafiri olmuştu.
Ben de: “Tahmin edersiniz, malum” dedim.
O da bana: “Biraz dışarıda bekler misiniz?" dedi.
Aradan bir kaç dakika geçtikten sonra yanıma geldi ve: “Buyurun, burada adres yazılı, İl Özel İdaresi'nin idare şefi benim arkadaşım olur, onunla konuştum, sizi bu gece orada misafir edecek, şimdi size bekliyor” dedi. Ben şaşırıp kalmıştım...
O gece bizi çok iyi ağırladılar İl Özel İdaresi'nin misafirhanesinde, hatta ne ilginçtir ki o zaman İl Özel İdaresi'nin karşısında bir iş merkezini açmak için zamanın Cumhurbaşkanı Demirel ve Başbakan Çiller gelecek diye il özel idarehanesine hiç kimseyi kabul etmeyip, çok detaylı şekilde misafirhaneyi hazırlamışlar. Ola ki Cumhurbaşkanı ve Çiller oraya gelir kalır diye Cumhurbaşkanı ve başbakan o gün oraya geldi mi bilmem ama biz, her şeyi gören Rabbimin lütfü ile o gece orda misafir kaldık. O gece misafirhanenin tek misafiri bizdik.
Orada şunu anlamıştım;
Canımızı ortaya koyarak tam otuz altı ayımı Doğu ve Güneydoğu’nun dağlarında teröristlerle çatışarak ortaya koyan bize, TSK içindeki güçlü bir zihniyet, en çok ihtiyacım olduğum anda bana sırtını çevirmişti. Ama Rabbime ne kadar şükretsem az ki; onların tüm gayretlerini boşa çıkarıp bizleri en güzel bir şekilde misafir olmamızı nasip etmişti.
Aslında oradaki görevli yüzbaşının bize karşı olan davranışı TSK içindeki sessiz çoğunluğun vicdanı idi. Rütbesi orda kalmamızı sağlayamamıştı ama bize gösterdiği o iyiliği hiçbir zaman unutmadım. Aklıma geldikçe onu hayır ile yâd ediyorum. Eğer hâlâ görevde ise sanırım şu an Albay rütbesindedir. Rabbim Onu öbür tarafta bize gösterdiği nezaket ve hassasiyetin binlerce katını versin. Âmin.
Saygılarımla.”
YEMEKHANELERDE ALLAH’A MI, YOKSA TANRI’YA MI HAMD OLSUN?
“Askerlere, ‘Allah Allah’ diye hücum emri veriyoruz” diyerek, Balyoz Darbe Planı’ndaki cami bombalama eylem planı haberlerine tepki gösteren Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un sözleri bir çok tartışmayı da fitilledi gibi. Gazeteci Aslan Değirmenci’ye ait bir habere göre; Özerk Diyanet Evkaf Sendikası Genel Sekreteri Abdurrahim Çelik, “Savaşırken ‘Allah Allah’ diyen ordu, yemek yerken ‘Allah’ diyemiyor da neden ‘Tanrı’ demeye zorluyor?” Bu çok büyük bir çelişki değil midir?” şeklinde tepkisini ortaya koydu.
Tam da bu tepkiyle örtüşen bir mektup geldi, yine o malum YAŞ kararlarıyla ordudan atılmış olan bir subaydan..
“Son günlerdeki gelişmeler ışığında size bir anımı daha paylaşmak istiyorum” diyen subayımız aynen şunları kaydediyor:
“1994 -1995 yılları arası Kars-Kağızman kışlasında bir Ramazan akşamı. Kışla Nöbetçi Amirliği görevi yapıyorum. Hem kışla yemekhanesini kontrol etmek, hem de iftarımı askerlerle beraber yapmak istedim. Tam yemekhaneye gidiyordum ki, bir askerin alelacele yemekhaneden uzaklaştığını ve Bölüm Nöbetçi Subaylarından birisinin arkasından koşarak gittiğini görünce, Bölüm Nöbetçi Subayını yanıma çağırıp: “Ne oldu?” diye sordum. O da bana:
“Komutanım; asker, yemek duasından sonra yemeğini yemeden çıkıp gitti, oruçluydu” dedi. Ben de merak edip, “Tamam, sen git, ben konuşurum onunla” dedim. Bölüm Nöbetçi Subayı ayrıldı, ben de askeri çağırıp ayaküstü sordum ona:
“Yemeğini yedin mi asker?”
“Hayır, komutanım” dedi.
“Peki, o zaman neden yemedin, yoksa oruçlu değil misin ya da bir rahatsızlığın mı var?”
“Hayır, komutanım iyiyim” dedi.
Ben iyice şaşırmıştım, biraz daha sorgulayınca:
“Komutanım, Allah'a Hamd etmek suç mu?” dedi.
“Olur mu öyle şey!" dedim.
“O zaman, neden ısrarla bize 'Tanrımıza Hamd Olsun' dedirtiyorsunuz da, 'Allah'ımıza Hamd Olsun diyemiyoruz?” dedi asker…
"Yok öyle bir yasak" desem de onu inandıramadım.
Aslında TSK'de yemekhanelerin girişinde yemek duası levhası vardır ve hepsinde:
“TANRIMIZA HAMD OLSUN, MILLETİMİZ VAR OLSUN "yazar.
Fakat uygulamalarda yemek duası yapılırken, dua yapılan yerde rütbelilerden birisi:
“DİKKAT!” der, herkes ayağa kalkar. Tabelada yazan yemek duasını (TANRIMIZA HAMD OLSUN MILLETIMIZ VAR OLSUN) yüksek sesle okur. Ancak erbaş ve erler inançları doğrultusunda "ALLAH’IMIZA HAMD OLSUN, MİLLETİMIZ VAR OLSUN” der. Orda bulunan komutanlardan en rütbeli olan da “AFİYET OLSUN” der ve askerler oturur yemeğe başlar.
Uygulamaların bu şekilde olduğunu askerlik yapan tüm vatandaşlarımız bilir, uygulamaların da hâlâ öyle olduğunu sanıyorum. Ramazan olsun olmasın dua hep aynı şekilde uygulanır.
Ancak bazen talimatı harfiyle tavizsiz uygulamak isteyen subay veya astsubaylar vardır ki, işte o günde öyle bir şey olduğunu daha sonra tespit etmişimdir. Bölüm Nöbetçi Subaylarından birisi askerlerin yemekte “Allah’ımıza Hamd Olsun” sözüne tahammül edemeyince, duayı askerler tam talimata göre yapıncaya kadar bir kaç kere tekrar ettirmiş, bundan da inançlarına çok duyarlı olan Mehmetçiklerimizden birisi oruçlu olduğu halde buna tepki olarak aç olmasına rağmen yemeğini yemeden yemekhaneyi terk etmiştir.
Maalesef uygulamalar böyledir. Bunu kimse inkâr edemez. Yapılması gereken; savaşta ve barışta Allah diyebilmek ve inançlarımıza saygı göstermek değil midir?
Saygılarımla
Kalın Sağlıcakla”
***
Değerli subayımızın: “Yapılması gereken; savaşta ve barışta Allah diyebilmek ve inançlarımıza saygı göstermek değil midir?” sorusunu buradan aynen aktarıyor ve cevabını yetkililere bırakıyorum…