Denge Ahlakına Vurgu Yapan Üç Muasır Şahid : Said Nursi, Aliya İzzetbegoviç ve Mustafa İslamoğlu
“…ve böylelikle sizi (vasat) dengeli bir topluluk kıldık ki insanlığa şahitler olasınız…” (Bakara Sûresi 2/143).
Denge; İslam ahlâkının en omurga kavramı… Varlığın hal diliyle terennüm ettiği senfoninin güftesi… Varlık orkestrasının şefi makamına atanmış olan insanın ontolojik levhasının üzerinde yazılı olan hayat verici mesaj… İslam akidesinin özet konsepti… Tevhit tam bir denge öğretisi ve şirk en fena dengesizlik… Denge, risaletin ana mesajı ve Muhammedi ahlâkın tek kelimeyle anlatımı… Ümmetin yıldızları olan ashabın vahiy mühürlü ahlakı… Vahiyle inşa olmuş bir mü’minin psikolojisindeki havf u reca, duruşu… Denge, kulluğun ruhu… Denge, ubudiyetin semeresi… Denge, Doğu ve Batı medeniyeti arasında köprü olan İslam’ın ikinci adı… Denge aklın, vicdanın, fıtratın ve vahyin ortak sesi… Denge hayat veren bir yüce ahlâk… O, vahiy eksenli hayatın inşasında altın değer…
Kullukta Denge Esastır
Denge, kulluğun minhacı ve tüm ibadetlerin meyvesidir. Kulluk, itidali gerektirir. Bir hadiste, Allah Rasulü (s) “Yarın ölecekmiş gibi ahiretine hazırlık yap ve dünyadan da nasibini unutma…” buyurur. Allah Rasulü (s) bize dünya ve ahiret dengesi kurarak kulluk yapmamızı tavsiye eder. Zekâtın kırkta biri farzdır ancak bir insanın kazandığının hepsini infak etmesi caiz olmaz. Oruç, Ramazan ayında farzdır ve yine Pazartesi ve Perşembe günleri tutmak sünnettir ancak yılın hepsini oruçlu geçiren kişi hiç tutmamış gibidir. Allah Rasulü (s) “Efdal olan ibadetin az ve sürekli” olan olduğunu vurgular.
Kulluğun bir metot olarak dengeli şekilde ifa edilmesi gerektiği gibi aynı zamanda kulluğun meyvesinin de denge olduğunu hatırlatmak gerekir. Mesela namaz insanın hem vaktini hem hayatını dengeli olarak yaşaması gerektiğine yönelik bir fiili öğretidir. Namaz kılan kişi aynı zamanda varlık hiyerarşisindeki yerini anlar ve kıyamında kusurlarını, rükûsunda güçsüzlüğünü ve secdesinde muhtaçlığını idrak ederek bunları itiraf eder. Böylelikle haddini aşmaz ve tekebbüre hakkının olmadığının müdriki olur.
Oruca ise insanda beden ve ruh dengesini sağlar. Oruç tutarak ruhun, iftar yaparak bedenin hakkini vermiş olur. İftar ettiğinde sahip olduğunun en güzelini iftarlık yapar. Müslüman orucunun, kesiş rahiplerinden farkı budur. İslam, inanan bedenin ruhçu inanışlardaki gibi suç olarak algılamaz bilakis onu Allah’ın emaneti olarak görür. Açlık ile aczini idrak eder ve tekebbüre hakkının olmadığını anlar, Zekât ise acziyetini idrak eden insana “Sen malın geçici de olsa sahibisin ama sakın mal senin sahibin olmasın” mesajı vererek adamanın harcamanın zıddı olduğu gerçeğini hatırlatır. İnsanların çoğu, mal ve dünya sevgisindeki dengeyi kuramadıkları için su fani hayatın içinde ya edilgen bir nesne veya miskin bir kesiş olurlar. Oysaki Kur’an önce kazanmaya ve sonra infak etmeye teşvik eder. Kazanmaya teşvik ederek kişiyi hayatın içinde özne kılarken infak etmeye teşvik ederek kişiyi malın kölesi olmaktan kurtarır. Şayet bu denge bozulursa kişi maddenin kulu olur ve o maddenin değil madde onun sahip olur.
Zekât aynı zamanda toplumdaki zengin-fakir iletişimindeki dengesizliği ortadan kaldırmak içindir. Toplumdaki kargaşa ve sorunlar bu tür dengesiz yapılanmalardan kaynaklanmaktadır. Zengin kişi fakire infak yoluyla maddi anlamda destek olduğu zaman sadece aradaki maddi dengesizlik bertaraf olmaz aynı zamanda fakirin sermayeye bakışını pozitif kılarak dengeler. Böylece, mülkiyet hırsızlıktır türünde sermayeyi illegal gören zihni dengesizlik ortadan kalkmış olur.
Hac ise yüreği dünyaya meyilli insanî dengeleyerek kişiye hayatın içinde bir mahşer provası yaptırır. Dünyanın geçiciliğine yönelik yapılan bu prova insanî kendisine yönelterek dünya-ahiret dengesini kurmaya teşvik eder. Kuskusuz, İslam’ın tüm emirlerinde denge esası vardır. Denge, İslam’ın anahtar kavramıdır.
Said Nursi ve Sosyal Olaylara Tepki Vermede Denge
Her şeyde olduğu gibi sosyal olaylara tepki vermede yine dengeli olmak İslam siyasetinin önemli bir metodudur. İtidalli tepki verenlerin uzun ömürlü işler yapabilmesi mümkündür. Dolayısıyla nasıl ibadette denge esası korunuyorsa siyasette de denge esası muhafaza edilmelidir. Öyle olduğu takdirde o sosyal hareketin uzun ömürlü olabilmesi mümkün olacaktır aksi takdirde marjinalleşmeye ve yok olmaya mahkûm kalacaktır.
Bu konuyu daha iyi açıklayabilmek için somut bir misal vermek daha doğru olacaktır. Mesela hilafetin kaldırılmasından sonra Anadolu’da farklı tepkiler ve hayal kırıklıkları yaşandı. Said Nursi’nin tepkisi bu konuda en itidalli olanıydı. O, ne sistemin içinde yer aldı ne de Şeyh Said gibi silahlı tepki verdi. Kendisine teklif edilen Şark Umumi vaizliği gibi resmi vazifeleri reddederek meclisi terketti ve Risale-i Nur isimli eserini yazmaya devam etti. Siyasete mesafeli kalarak ince bir siyaseti tercih etti. Sine-i millete dönerek iman hizmeti yaptı. İşte onun için kanımca taraftar bularak sempati kazandı. Zira itidalde her zaman hayat vardır.
Aliya İzzetbegoviç ve İslam’ın Medeniyetler Arası Köprü Olma İşlevi
Aliya İzzetbegoviç, İslam’ın medeniyet olarak bir denge medeniyeti olduğunu ifade eder. Ona göre İslam, doğu medeniyeti ile batı medeniyeti arasında köprü konumundadır. İzzetbegoviç’e göre dünya görüşleri üç kümede toplanır. Doğu medeniyeti olarak kastettiği, Hind-Hıristiyanlık ve İdealizm doğrultusundaki Buda, Eflatun, Hegel, Kant veya Henry Bergson gibi ruhçuluğu esas alan anlayış diğer taraftan ise batı medeniyeti, yani Yunan, Yahudilik veya Materyalizm doğrultusunda Aristo, Hobbes, Marx ve Russel gibi maddeyi esas alan dünya görüşleridir. Bu anlayışların birinci kategoride yer alanı ruhçuluğu esas alırken ikincisi maddeyi esas alır. Biri tamamen maddeye yoğunlaşırken diğeri ruha yoğunlaşır (Izzetbegovic, İslam Between East and West).
Aliya İzzetbegoviç der ki; tarih bu iki kutuplu düalizmin sürekli çatışmasının tarihidir. İnsanlık sürekli ruh ile madde, soyut ile somut, nitelik ile nicelik, manastır ile okul, rahip ile şövalye, kilise ile laboratuar, ahlak dramı ile yasam gerçeği arasında gidip gelmiştir. Ancak İslam bu iki dünya arasındaki köprü konumundadır. Dolayısıyla İslam; manastır ile okulu, fizik ile metafiziği, ruh ile maddeyi birleştiren tevhidi bir dünya görüsüdür. Ali Şeriati, Muhammed İkbal isimli çalışmasında tarih boyunca bu ikili çatışmaya atıf yapar. “Lao Tse, Çin toplumunu ahirete yöneltti ve sonra Konfüçyüs onları tekrar dünyaya çekti. Batı da ise yine aynı durum yaşandı. Roma, Hıristiyanlık mistisizmi ile Batı toplumunu ahirete yöneltti ve sonra batı Rönesans ile tekrar dünyaya ve pozitivizme yöneldi” Bu iki kutuplu düalizm hep görüldü. Zira ifrat tefriti, tefrit ifratı körükleyendi. Oysaki İslam, bu ikisi arası dengeyi saklayacak değerler siteminin adıdır der İzzetbegoviç.
Dolayısıyla İslam bir denge dinidir ve medeniyetler arası muvazene unsuru olma özelliğini muhafaza etmektedir. İslam toplumlarının, bu medeniyetler arası köprü olma işlevini tekrar kazanabilmesi için medresedeki ilim, tekkedeki ahlak ve kışladaki disiplin anlayışı ile kendilerini yeniden yapılandırmaları gerekmektedir. Daha başka anlatımla ruh ve madde dengesizliği ortadan kaldırılmalıdır. İslam ne tekke ruhbanlarının algıladığı gibi terk-i dünya diyerek bu dünyanın sorunlarına kapalı yasamak ne de bir takim siyasileşen güruhlar gibi İslam’ın sadece sosyal ve siyasal taraflarıyla ilgilenip kulluk hayatına yönelik sorumlulukları unutmaktır. Dengeli olunduğu takdirde İslam bir medeniyet olarak tekrar hayat bulacaktır. Zira dengede hayat vardır.
Mustafa İslamoğlu ve İslam Epistemolojisinde Denge
İslam epistemolojisine göre, insanî hakikate ulaştıran üç temel araç vardır ki bunlar vahiy, akıl ve sezgi olarak bilinir. İslam epistemoloji tarihinde bu araçlara yoğunlaşan üç temel okul çıkmıştır. Bunlar; akla yoğunlaşan Burhan mektebi, rivayete yoğunlaşan Beyan mektebi ve sezgiye yoğunlaşan İrfan mektebi olarak bilinir. Burhan okulu, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Birunî gibi dev isimleri yetiştirmiş; Beyan mektebi, İbn-i Kayyim, İbn-i Kesir veya İbn-i Teymiye gibi önemli âlimleri yetiştirmiş ve yine İrfan ekolu ise Rumi, Ahmed Yesevi, Abdulkadir Geylani gibi gönül insanlarını yetiştirmiştir. Bu okulların içinde yetişen insanlar aklı, rivayeti ve duyguları farklı yöntemlerle kısmen de olsa dengelemeyi başarmışlardır.
İslam dünyasında yaşadığımız son beş yüzyılda epistemolojik sorunların temelinde yukarıda bahsi gecen üç temel değere yoğunlaşmadaki dengesizlik yatmaktadır. Kimisi sadece akla yoğunlaşmış ve rivayeti ve duyguları ihmal etmiş, kimisi salt rivayete yoğunlaşarak aklı mefluç etmiş ve dondurmuş, kimisi ise sadece duygulara yoğunlaşarak hem aklını arka plana atmış hem de idrak edilmek için gönderilen Allah’ın kitabını anlamak için değil hissetmek için okumayı kendine yeterli zannetmiş. Mustafa İslamoğlu’nun tabiriyle İslam dünyasında üç tür kurban vardır: Kitap kurbanları, tespih kurbanları, silah kurbanları (İslamoğlu, Yürek Devleti). Kitap kurbanları, sadece akla yoğunlaşan ve İslamî entelektüel düzeyde yaşayan zümredir. Konuşmak ve entelektüel düzeyde fikrî münazara yapmak onların en temel vasfıdır. Ancak iş icraata gelince o konuda çok geri planda olurlar. Hayatları adeta kitapların arasında geçer, aksiyon yoktur hayatlarında. Tespih kurbanları ise hayatlarını bir duygu dünyası içinde yaşarlar. Hayattan kopukturlar. Bir İslam Şurası kurarak Müslümanların sorunlarını konuşmak yerine rüyalarında geçmiş insanlarla istişare ve istihare yapmayı tercih ederler. Mahallesinde aç insanlar, ülkesinde ki Müslümanlara yapılan zulümler hiç gündemlerinde değildir. Onlar, gassalin elinde meyyit olmayı küffarın elinde şehit olmaya tercih ederler. Silah kurbanları ise dini siyasal düzlemde yaşarlar. Başörtüsü sorunu olunca sokaklara dökülürler ancak ahlakî konudaki zafiyetleri ile yaptıkları ile çelişirler. Filistin konusunda haklı olarak duyarlıklarını gösterirler ancak mevzuu anlayabilecek bir entelektüel yapıdan yoksundurlar. “Kalk, ihtilal oldu” sloganı onların kulaklarına ezan-ı Muhammedi’den daha sevimlidir.
Oysaki akıl, vahiy ve duygular birbirinden ayrılamayacak gerçekliklerdir. Akıl ile vahiy arasındaki ilişki göz ile ışık arasındaki ilişkiye benzer. Akıl olmazsa vahiy, vahiy olmazsa akıl yetersiz kalır. Ancak göz ve ışık olduğunda bu iki araç insanın sadece bakmasına yardımcı olur. Görebilmesi için ise duygulara ihtiyaç vardır. Bundan dolayıdır ki akıl, nass ve sezgi bir bütün olarak değerlendirilmelidir. İmam Şatibi’den iktibasla Mustafa İslamoğlu, akıl zaruriyata, nass haciyata ve sezgi tahsiniyata tekabül eder diyerek önce aklın sonra nassların ve sonra da sezginin bir bütün olarak kullanılmasını tavsiye eder. Bu üç değer beraber kullanılmadığı takdirde İslam epistemolojisinde ciddi sorunlar meydana gelir.
Sonuç:
Hayatın her alanında denge esas olmalıdır ki insanlığın önünde şahitler olalım. Vahiy öyle diyor, “…ve böylelikle biz sizi dengeli bir ümmet kıldık ki insanlığın önünde şahitler olasınız…” (2/143).
Bu âyet dengede hayat var gerçeğini bize hatırlatmaktadır. Zira denge ilahi bir yasadır. Vahiy eksenli bir hayatın inşasında ise dengenin önemi kaçınılmazdır. Vahyin hayat bulması için dengenin önemi İslam’ın ruhunu kavramış âlim kimselerce hatırlatılmaktadır. Said Nursi’de bir sosyal duruş olarak görülen denge ahlakı, Aliya İzzetbegoviç’te bir medeniyet projesi olarak gelişmiş ve Mustafa İslamoğlu’nda bir metot ve felsefe olarak ele alınmıştır. Vahyin hayata taşınması için bu “vasat” ahlakının vurgulanması ve teşvik edilmesi zaruridir.
NOT: Bu yazimiz Kurani Hayat Dergisinin Ulema konusunu alan 15. sayisinda Ocak 2011 yili itibariyla yayinlanmistir.