Bugünlerde Çankaya’dan, siyaset ve işdünyasının tepelerinden sürekli sağduyu sesleri duyuluyor.
Siyasal gerginliğe son verelim, tansiyonu düşürelim çağrıları yapılıyor.
Cumhurbaşkanı Gül bunun için Başbakan Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı Başbuğ’la üçlü zirveler düzenliyor.
İyi güzel.
Türkiye’nin elbette huzur ve sükuna ihtiyacı var, istikrarsızlığa değil. Siyaset meydanı tozduman bir ülkede temel sorunlarla hiç kuşkusuz başedilemez.
Bu nedenle sağduyu çağrılarına ben de katılıyorum.
Gerginliğe son verilmesini ben de doğru buluyorum.
Keşke siyaset sahnesinde ve tabii devlet düzeninde başoyuncular kendi rollerini böyle bir sorumluluk bilinci içinde ve kuralına göre oynayabilseler, sağduyuyu çağrılarının gereğini yapabilseler...
Keşke derken bir nokta var aklımda.
Kırk yıldır bu işlerin içindeyim.
Siyaseti izleyip duruyorum.
Siyaset sahnesi ne zaman karışsa, işdünyasından, devletin zirvelerinden sağduyu çağrıları yapılır.
Aklı başında hiç kimsenin hayır diyemeyeceği demeçler verilir devlet büyükleri tarafından.
Bir zamanlar örneğin rahmetli Vehbi Koç, böyle çalkantılı dönemlerde başbakanları, parti liderlerini sağduyuya davet eden güzel mektuplar da yazardı.
Ama bütün iyi niyetli çabalar sonunda bir işe yaramaz, siyaset gelir bir noktada tıkanır, istikrarsızlık bütün ülkeyi pençesine alıp bir kez daha kıvrandırmaya koyulurdu.
Her şeyin başı olan istikrar güme gidince, ekonomiye dikiş tutturmak da olanaksız hale gelir, aş ve iş sorunları da, demokrasi ve hukuk meseleleri gibi Türkiye’nin yapısal sorunları da beklemeye alınır, ertelenir, yılan hikayesine dönerlerdi.
Kaç kez yaşadık bunu.
Neden?..
Bu tek sözcük üzerinde yeterince kafa yormadan Türkiye’nin düzlüğe çıkabilmesi, bir başka deyişle siyasal istikrarı gerçekten yakalaması çok uzak ihtimaldir.
Bu noktaya bir mim koyun.
Ve bugün Balyoz operasyonlarıyla yeniden güncelleşmiş olan Türkiye’nin asker sorunu üzerinde askeriyle siviliyle düşünmeden, bu sorunu demokrasilerdeki modellere uygun biçimde hal yoluna sokmadan gerçek istikrarı yakalamak güç değil, olanaksızdır.
Biliyorum buna dudak bükenleri...
Ama Türkiye’nin tekrar tekrar yaşadıkları, dudak bükenleri bugüne kadar haklı çıkarmış değil.
Darbeler, muhtıralar ya da askerin zırt pırt siyasete müdahalesi bu ülkeye çok büyük zararlar vermiştir.
Asker eliyle her seferinde siyaset tarlasına atılan istikrarsızlık tohumları bir süre sonra ortalığı daha beter karıştırmıştır.
Sivil siyasetçiye hiç güvenmeyen, kendini memleketin tek kurtarıcısı sayan, siyasetçiye hakareti kendinde hak gören bir askeri zihniyet ne yazık ki bu ülkede siyasal istikrarın altını hep oymuştur.
Bugün yaşadıklarımız da, Ergenekon davaları da, Balyoz operasyonları da hep aynı ‘askeri zihniyet’in ürünüdür.
2003-2004 döneminin darbe tertipleri sanal değildir, hayal ürünü değildir. Yargıda bunlar nereye gider, bunu bilemem, hukukçu değilim.
Ancak, zamanın Genelkurmay Başkanı’nın yalanlamadığı, zamanın MİT Müsteşarı’nın işaret ettiği, genel çerçevelerini Özden Örnek Paşa ve Mustafa Balbay günlüklerinin çizdiği, hatta 12 Eylül darbesinin ‘Bayrak Harekatı’nın model alındığı bir takım gerçekler yatıyor bütün bu tertiplerde...
Şunu da belirtmek isterim.
Türkiye’nin asker sorunu aynı zamanda bir ‘sivil sorunu’dur. Fakat sivil deyince sadece siyasetçileri anlamayın.
Bu eksik olur çünkü.
Türkiye’nin sivil sorunu deyince, siyaset sınıfıyla birlikte büyük işdünyası da, medya dünyası da bu sorunun birer parçasıdır.
Bir pazar günü sözü uzatmak istemiyorum.
Eğer Türkiye’de her şeyin başı olan siyasal istikrara kavuşmak istiyorsak, hepimiz oyunu kuralına göre oynamak zorundayız.
Siyaset dünyası da oyunu kuralına göre oynayacak, işdünyası da, medyası da, asker de.
Oyuna gelince...
Demokrasi ve hukukun üstünlüğü denir bu oyuna...
Bu oyunu ve kurallarını içimize sindiremediğimiz sürece, bu oyuna uygun kurumsal ve kafasal dönüşümleri gerçekleştiremediğimiz sürece, sağduyu çağrıları boşlukta kalacaktır.
Buna hazır olun.
İyi pazarlar!