İslam’ın figürü, figüranı bu değildir. Nedir? İnsan, İslam’da Müslüman olmakla sabr kapısından girer. Gazali, bize iki kapının varlığını bildirdiğinden, bu kapının en azından bizimle ilgili yönünün sabr olduğunu söyleyebilmeliyiz. Gazali ne demiş: “İman iki bölümdür: Biri sabır, diğeri de şükür. Sabır imanın yarısıdır” (GAZALİ, 2004: 730). İnsanoğlu, felsefi manada sabr üzere yaşamak durumundadır. Dünyaya inmiştir ve cenneti kaybetmiştir. Belki o yasak meyveye dokunmasaydı, sabredebilseydi, başta kurduğumuz cümleyi değiştirerek diyecektik ki, “İnsan, İslam’a şükür kapısından girer”. Ancak böyle olmamıştır. Bütün felsefî yaklaşımları aşarak, Kur’an’ın beyanına teslim olarak diyebiliriz ki insan her hal u kaydda dünyaya gelmek için yaratılmıştı. Çünkü Kur’an, Allah’ın “Ben yeryüzünde kendime bir halife yaratacağım” (2Bakara 30) beyanından bahsediyor. İnsanın yeryüzüne fırlatılmış olduğunu iddia eden felsefeler, Bakara 30 ayeti gereği bir imkansızlığa duçar durumdadır. Heidegger’in fikrinin tersine insan yeryüzüne indirilmek için yaratılmış bir varlıktı. Cennette sabr ile davranabilseydi, kimbilir şükr’den sorulacaktı. Heidegger’e göre Fırlatılan Dasein, varlıkların arasında kendi-için-orada-varlıktır. Descartes’ten hareket ederek, orada-varlık olması Dasein’ın doğal hâlidir veya ışığıdır (natarae lumunare) der. O’na göre, Dasein, dünya-içinde-varlık olarak karakterize edilir. Dünya-içinde-varlık olmak, Dasein’ın bir dünya içine atılmışlığının ve diğer varlıkların arasında bulunduğunun farkına varması demektir (ÇÜÇEN, 1997). Oysa insan, dünya içinde varlık olmadan önce de varlıktı. Dünya içinde varlık olmasının nedeni Cennet’te sabr ile davranamamaktı. Böyle bir düşünce benim dünya ile ilişkimi yeniden tanımlamaktadır. Buraya atılmamış olduğumuzu ifade etmeliyiz. Bizi buraya indiren, vehimlerimizdi.
Adem’in cennette sabr edememesinin sebebi fakirlik korkusu idi. Bu da vehim olmaya yeter bir korkudur. Kendisine cennetin tüm nimetleri verildiği halde orada ömrünün sona ereceğini ya da tükenmez mülke kavuşamayacağını cennetteki yerinin sağlam olmadığını düşünmeye başladı. Bu vehmi kurcalayan da Şeytan’dı. Çünkü şeytan dahil alemdeki herşey bilmekte idi ki, insan “Allah-için dünyada varlık”tı. Bu da Şeytan tarafından kurcalanmaktaydı. Ortada bir ilahi yasak vardı ve şeytan da ilahi emri çiğnemiş bir varlık olarak insanın emri çiğnemesini istemekteydi. “Ey Âdem! Sana, ebedîlik ağacına ve sona ermeyecek bir saltanata, delâlet edeyim mi/ yâ âdemu hel edulluke alâ şeceretil huldi ve mulkin lâ yeblâ” (20 Taha 120) demekteydi. “Ebedilik şeceresi ve sona ermeyecek bir mülk”ten bahsetti. Kalbleri tutuşturan bir fakirlik korkusunu üflüyordu. Bir eşitlik kesbetmeye çalışarak: Ben isyan ettim, lanetlendim; insan da isyan etti” diyecekti. Nihayet buraya indiler, Adem (as) tevbe etti ama şeytan etmedi. Allah Adem’in şeytanın kendisini cennetten çıkarmaması için uyarıldığını beyan ediyor: “Ey Âdem! Muhakkak ki bu (şeytan), senin için ve zevcen (eşin) için düşmandır. Sonra sakının (dikkat edin ki) sizin ikinizi (de) cennetten çıkarmasın. O zaman şâkî olursunuz * Muhakkak ki senin için orada (cennette) acıkmak ve çıplak kalmak yoktur * Ve muhakkak ki sen, orada susamazsın ve (sıcaktan) yanmazsın” (20 Taha 117- 119). Demek ki Adem dünyaya indirildiği takdirde acıkmak, çıplak kalmak, susamak gibi belalara mübtela edileceğini baştan bilmekteydi. Dolayısıyla dünyaya fırlatılmış değildi. Zaten Allah da “la-yuhricenne (sakın huruç etme)” demektedir. Korku ve sabırsızlık onları çıkardı.
Burada acıkır, ihtiyaçlarla malul olur, yorulur. Burada fakirdirler. İhtiyaçları çoktur. İmtihan edilirler. Musibetler karşısında rüşdünü korumak durumunda bir varlıktır. Sabrın “imanın yarısı” olduğu sözünü, uluhiyet tevhidiyle tefsir edebiliriz. Kimi müfessirler sabrın oruç olduğunu ifade etmişlerdir. Nitekim “Sabırla ve namazla yardım dileyin” (2 Bakara, 45/153) buyurulmuştur. Sabır ve tevekkül tevhiddir, namaz rububiyettir. O Allah’ın kapısında beklemeye rızalıktır. Sabır’da tevekkül vardır. Tevekkül ise kalbin Allah’a teslim olup, O’ndan gayrisine itimat etmemesi, herşeyde Allah'a ümit bağlayarak, O’nun her şeyi bildiğine itimat edip, teslim olmasıdır. Allah’ın yed’i kudretinde olanın, senin yanında olandan daha hayırlı ve emanı altında olduğunu bilmekdir. Allah’a tevekkül eden kişi, Allah’ın kazasına razı olur, fiiline teslim olur ve kalbi de hükmüne mutmain olur. Lokman oğluna “başına gelene de sabret” diyordu.
Müslüman toplumların 17. Yüzyıldan beri dünya kavimlerine, bilgi disiplinlerine yenilmesinin ve dünyanın politik oluşumuna rehberlik makamından düşmesinin temelinde sabrın yitirilmesinin getirdiği bir çözülme var. Müslüman toplumlar Adem’in cenneti bırakmama hırsına benzer bir hırsla dünyaya sarılmış durumdalar. Bu hal Heidegger’in dünyada- varlık olan Dasein’e dönüşmelerini mecbur bırakıyor. İslam tasavvurundaki insanın, “Allah- için varlık” olduğu fikrini yeniden keşfetmemiz gerekiyor. Felsefe ile bir yere gidebilmiş değiliz. Zenginleşme ve rahatlık Adem’in yediği zehirli meyveye dönmüş görünmekte. Cennet sabrını koruyamayan Adem’e kalmamıştı. Dünya da bize bırakılacak değildir.
- ÇÜÇEN A. Kadir, Heidegger'de Varlık Ve Zaman, Asa Kitabevi, 1997
- GAZALİ, Kimya-i Saadet, Ali Arslan Tercümesi, 2004