Rüzgâr diyordu, ah bir esse rüzgâr…
Benden yana esse… Yâr’dan haber getirse…
Gelmez ise yâr’dan haber, düşeceğim…
Dalından kopmuş bir yaprak gibi… Sessizce… Çâresizce… Sürükleneceğim…
Bunları düşünüyordu dayandığı ağacın altında… Bi başına.
Özlemişti… Çok özlemişti…
Burun direği sızlıyordu, nicedir hem de…
Nemliydi gözleri… Hem de yorulmuştu ufka bakmaktan…
O, uzunca bakışlardan. Uzun ve kesiksiz…
Bir teselliydi belki de aradığı… Sadece bir teselli… O kadar. Küçük bir ferahlık, az biraz dinginlik…
Serap olmasın istiyordu…
Allah’ım n’olur diyordu. N’olur! Tutunduğum hakikattir, serap olmasın… Yanılsama olmasın. Yanılma hiç olmasın…
Erenlerin demine götür beni…
Gerçeğin künhünü göster
Vaslına erdir beni…
Aslıma erdir beni…
Hakikatime yetir beni…
Eşiğinde erit beni…
Böyle niyaz ediyordu, belli belirsiz…
Sonra tekrar rüzgâra dönüyordu dili nedense… Kıpır kıpırdı dudakları yine.
Rüzgâr diyordu… Ahh rüzgâr…
Bi esse diyordu… Azıcık esiverse...
Esse de gönlüm neşelense. Bir neşelense… Azcık tazelense…
Nefesleniversem…
Kim bilir, bir günde kaç kez yüreğini tavaf ediyordu bu cümleler… Dur, durak bilmeden…
Kaç defa sarıp sarmalıyordu içini…
Isıtıyordu… Işıtıyordu…
…
Uyandığında bu halden, deli miyim ben, neyim sorusu düşüyordu aklına apansız…
Kendi sorusuna yine kendisi cevap veriyordu. Zaten, hep böyle yapardı… Aklı sorar, yüreği cevaplardı. Yüreği sorar aklı cevap yetiştirirdi…
-Delisin elbet, he ya delisin diyordu.
Delilik yoksa serde, aşk eser mi bu dağlarda. Hadi cevap ver, eser mi diyordu ardından tasdik edercesine…
…
Sevdiğini rüzgâr olarak görüyordu…
Onunla gidiyordu başka diyarla… Hakikatin burcuna onunla dikiyordu sevdanın bayrağını…
Ve dalgalandırıyordu…
Ancak böyle durabiliyordu, durulabiliyordu. Sükûnu böyle bulabiliyordu.
Rüzgâr olmadan şimşek olunmaz, inancındaydı… Dalgalan diyordu kendi kendine… Dalgalanmadan durulamazsın, damıtılamazsın… Bu fikirdeydi…
Gönle şimşek düşmeden aşk kıvılcımı çakmazdı ona göre…
Gökkuşağının da rüzgâra ihtiyacı vardı, görünmek için…
…
Ben bensiz olabilirim ama rüzgârsız olamam fikrindeydi…
Ne yana baksa rüzgârı arıyordu, onu soruyordu…
Kimi zaman kendinden emin olamayıp yoldan geçenleri durduruyor ve soruyordu rüzgârı!
Rüzgârım nerede diyordu?
Ne yandan esti rüzgâr biliyor musun diye sorguluyordu. Ne yandan ha, ne yandan?
Artık onu görenler yine rüzgârı soracak diye düşünmeye başlamışlardı. Haksız da sayılmazlardı hani... Çünkü durum buydu gerçekten…
…
Gel zaman git zaman adı rüzgâra çıktı. Böyle ünlenir oldu. Ona artık ‘Rüzgâr’ diye sesleniyorlardı.
Önceleri biraz huylandı huylanmasına ama giderek kabul etmek zorunda kaldı.
Hoşuna da gitti doğrusu.
He ya rüzgârım ben diyordu.
İçimde diyordu rüzgâr. İçimde esti hep, içimdeyken üstelik… Kendinden kendine…
Ben artık oyum diyordu. Ben rüzgârım…
Rüzgâr benim.
…
Dışarıda aradığını içinde bulmuştu.
Bulmuş ve mutlu olmuştu.
Ey güzel Allah’ım diyordu. Rüzgâr geldi ve içimde durdu diyordu.
Rüzgâr bana ben rüzgâra ne güzel yakıştık diyordu.
Yakıştı mı?
Evet, çok güzel yakıştı hem de…
Rüzgâr oydu, o rüzgârdı artık!
Rüzgâr diye seslendiğinde kendine bakıyordu.
İçine, ta içine…
Derununa!