Yılda bir defa olsun anne, baba, eş, dost, akraba ziyareti için memleketime (Yeşilhisar) gidiyordum. Gidişimizde ciddi bir sıkıntı yaşamadık. Arabamızla dinlene dinlene gittik. Bağ, harım, tarla derken günler çabuk geçti.
20 günlük ziyaret sonrası dönüş günümüz gelip çattı. Kardeşim Mükremin de hanımı ve çocuklarıyla İstanbul’a döneceklerdi. “Benim arabayla gidebiliriz kardeşim” dedim. Üç çocuk onun var, üç de biz de var derken altı çocuk, baktık hanımlarla beraber on kişi oluyoruz. Çocukların henüz yaşları küçük olduğu için, beraber dönmemizde bir sakınca yok gibiydi. Kardeşimin çocukları ile bizim çocuklar emsal sayılırlar. Düğünümüz aynı gün olduğu için, çocuklar da aynı yaşlara denk geldi. Çocuklarımızın en büyükleri 8 yaşındaydı.
Arabaya sığmakta sıkıntı olabilir diye, “sen otobüsle git, ben çocukları ve yengeyi götüreyim” dedim. Anlaştığımız şekilde biz yola çıktık, kardeşimi de otobüsle uğurladık.
Yollar şimdiki gibi otoban değildi, tek şerit gidiş, tek şerit geliş şeklindeydi. Sabahın erken saatinde başlayan yolculuğumuz yavruların söylediği ilahilerle devam ediyordu. Yaşları küçüktü fakat, ilahi söylemekte pek mahirdiler. En son söyledikleri ilahi hiç aklımdan çıkmıyor.
SEHER VAKTİ BÜLBÜLLER
Seher vakti bülbüller ne güzel ötüşürler
Akşam olur dönerler Allah’ı zikrederler
Allah Allah illallah dertlere derman Allah
Kalplere şifa Allah, la ilahe illallah
Sen Allahı seversen Allah seni sevmez mi?
Emrince hizmet etsen hak ecrini vermez mi?
Allah Allah illallah dertlere derman Allah
Kalplere şifa Allah, la ilahe illallah
Sen rıza kapısında aman Allah’ım dersen
O alemler sultanı lebbeyk kulum demez mi?
Allah Allah illallah dertlere derman Allah
Kalplere şifa Allah, la ilahe illallah
İla ahir…. Devam ediyor.
Kayseri’den İzmit civarına gelmiştik ve İzmit’i geçmiştik bile. Güzel yavrular da bu ilahiyi söylüyorlardı. Karşımızdan bir kamyon geliyordu ve bize yaklaştığı halde kendi şeridinden değil, benim gittiğim şeritten gelmekteydi. İyice yaklaştı fakat, hâlâ kendi şeridine geçmedi. Öyle bir noktaya geldi ki artık, onun bıraktığı şeride geçmek istedim, arkasından bir araba daha geliyordu, oraya da geçemedim. Sağ taraf şarampole ineyim demeye kalmadı. Kamyonun bize vurduğunu fark ettim. Arabamızın içinden tekbir sadâları yükseliyordu ve ben bir anda şuurumu yitirdim. Bunların hepsi bir iki saniyede oldu ve bitti. Ben gözümü açtığımda sadece dumanların çıktığını gördüm. Hemen kamyonun bize vurduğunu hatırlayıp, etrafıma bir baktım ki….
Ters dönmüş arabada yalnız ben varım ve arkamda, yanımda kimsecikleri göremiyordum. Kemerimi çözmek epey vaktimi aldı. Dizlerimden biri çok şiddetli ağrıyordu ve hurdaya dönmüş arabadan dışarı çıkmam lâzımdı. Epey uğraşma sonunda kendimi arabanın kırılmış cam aralığından dışarıya atabilmiştim. Benim kızımla(Süveyda) Kardeşimin oğlu (Mustafa), yanımda ön koltukta oturuyorlardı. Çarpmanın etkisiyle o anda camdan dışarıya fırlamışlar. Onları ileride, yolun ortasında yan yana yatarlarken gördüm. İkisinin de kafa tasları alın hizasından biçilmişti, beyinleri ortadaydı. O masum yavrularımı öyle görünce……
Arkada oturan hanımlar ve çocuklar ise, arabanın tam vurulan, ezilen yerindeydiler. Arabanın ön ve arka tarafı sanki iki ayrı parça halindeydi. Onlar da oraya öyle sıkışıp kalmışlardı.
Yolun bir şeridi açık ve oradan geçen bazıları arabalarını yolun ortasına eğliyor, yanımıza gelerek bakıyorlar, seyrediyorlar ve “vah, yazık” dedikten sonra yoluna devam edip gidiyorlardı. Kimse bizi İzmit’e, hastaneye yetiştirmek istemiyordu sanki. En yakın İzmit’ti, ancak oraya gitmek mantıklıydı. O sırada Rab’bimiz, Allah’ı(c.c.) gerçek dost bilen ve benim de çok sevdiğim birilerini gönderdi.
Kuyularda feryad eden bir Yusuf var, ve o feryadı bir duyan vardı. Hayatın ele avuca gelmez bir şey olduğunu, insanın ölüm yönelimli bir varlık olarak çok çaresiz ve aciz olduğunu hissediyordum. Kadere karşı konulamıyor. Kader tecelli edecek olduğunda, gören gözler görmez oluyor. İnsanın hayatın akışını kontrol edebileceğini sanması, büyük bir safdilliktir.
Bir araba durdu, içinden bize doğru gelen iki kişi vardı. Evet, bana doğru gelen Es'ad Coşan hocam (r.a.)dı. Yanıma geldi ve benim gibi yere çökerek “Selamün Aleyküm canım, aman ha “innalillah ve inna ileyhi raciun” (Şüphesiz biz Allah’tan geldik ve şüphesiz dönüşümüz onadır) ayetini unutma. O'na aidiz, hayatı veren, onu alacağı saati belirliyor. Onun için kendini toparla ve haydi arabada sıkışmış olanları beraber çıkaralım” dedi.
Yanındaki arkadaşla birlikte yarım saate yakın uğraşma sonunda hanımları ve çocukları oradan çıkarmıştık. Hiç birisi ayakta duramıyordu. Kenardaki çimlerin üzerine hepsini de yatırdık. Esat Coşan hocam(r.a.) bir araba durdurdu, bizi İzmit’e, hastaneye götürmesini söyledi. Onlarla orada ayrılmış olduk. Bana hocamın o sözleri, yardımları o kadar büyük bir teselli verdi ki, bir insan böyle bir hadise karşısında ancak bu kadar teslimiyet gösterebilirdi. Rabbimiz, kendisini ve bizleri razı olduğu kullardan eylesin inşallah.
Süveyda ve Mustafa yavrularımız orada ruhlarını Allah’a(c.c.) teslim ettiler. Bir gün sonra kardeşimin iki kızından küçük olanı da (Safiye) annesinin kucağında sıkışma sebebiyle aşırı iç kanaması vardı ve o da teslimi ruh etti. Yani, kardeşimin üç yavrusundan büyük ve küçük olanı, benim de büyük kızım Allah’ın rahmeti ile buluşmuşlardı. Yengem bir aydan fazla kaldı hastanede. Bunun ilk on beş günü şuur kaybı ile geçti. Kardeşimin bir kızı (Sümeyye)kalmıştı, o yavru da hastaneden birkaç gün sonra çıktı elhamdülillah.
İşin zor tarafından biri de, yaralıları hastaneye getirdikten sonra kardeşime durumu bildirmek oldu. Telefonla arayıp kaza geçirdiğimizi söyledim. Hiçbir şey sormadı ve “öyle mi? geliyorum” dedi. Geldi İzmit’e ve hastanenin kapısında karşıladım. Henüz onun küçük kızı vefat etmemişti. O’na bunları nasıl söylemeliydim, acı haberi duyunca feryat edip; “onları sana emanet etmiştim, bana böylemi teslim edecektin” demesinden çok korkuyordum. “İlk duyduğunda bir çılgınlık yapar mı acaba” diye kendi acımı, ıstırabımı unutmuştum nerdeyse. Başka çarem yoktu;
“iki büyüğü hakkın rahmetine teslim ettik kardeşim” dediğimde o, hanımları zannetmiş ve; bana öyle güzel bir karşılık verdi ki, ben yeniden doğdum sanki.
“Rabbim onlara rahmet eylesin ağabeycim üzülme, Allah’ımız nasip ederse çocuklarımıza bakacak bir eş daha buluruz, ne olur üzülme” dedi.
“Yok, hanımlar değil, Süveyda ile Mustafa” dedim. Benim halimi görüp;
“Ne olur üzülme, bak annelerinin yaşıyor olması daha güzelmiş. Rab’bimiz, belki daha hayırlı olacak evlatlar nasip edecektir” deyince. Gerçekten, kardeşim tarafını sağlama almam, bendeki gam dan, üzüntüden kaynaklanan göz yaşlarını seviç sellerine çevirdi.
Rab’bimiz, bir emanet veriyor, doğumuyla ölüme adım adım yürüyen. Bir süre bizimle birlikte oluyor, bizi onunla imtihan ediyor ve tekrar katına çağırıyor. Sanki o şekli, şemaili ve de yaşama süresini veren bizmişiz gibi “neden ölüyorsun, ölemezsin” isyanlarını oynuyoruz.
Allah(c.c.) hepimize hayırlı ömürler ve ölümler versin. Büyük acılarla imtihan etmesin inşallah. İnsanın sevdiğini kaybetmesi, dişini kaybetmesi gibidir. Acısını o an yaşar ama, yokluğunu ömür boyu.
Hayat uzun bir yolculukta bir ağacın altında verilen kısa bir mola gibi. Kervan yürüyor. İnsan acıyla olgunlaşıyor. Varlığın bilgisinin künhüne böyle varıyoruz. Daha büyük, aşkın bir varoluşun parçası olduğumuz hissini, sadece ölümü tecrübe ederek tadabiliyoruz. Sadece ölüm, bu dünyada sonsuza dek var olacağımız kanaatini yerle bir ediyor. Onun bilgisi, ağacın altında kayıtsız bir serinlik içinde var olmaya devam edemeyeceğimizi bize fısıldıyor. Asıl yurdumuz burası değil. Bin yıllardan beri bütün ruhların aktığı yöne doğru akıp duruyoruz.
Sadece insan, öleceğini biliyor, sadece insan kendi ölümünü bekliyor. Ölümle yüzleşmek bize hayatın anlamını sağlıyor. Ölümün farkında olmakla, hayat ve varlık, gerçek ve mutlak bir hüviyet kazanıyor.
İnsanlar fazladan konuşuyor ve gülüyorlar sanki. Sanki susmak ve düşünmek gerekiyor aslında.
Kalıcılık yurduna inananlar için ölüm bir vuslattır, düğün gecesidir, can kuşunun kafesinden kurtularak özgürlüğe kanat çırpmasıdır. Kadim kültürlerde ölüler ve diriler birlikte yaşar. Kabir ehline selam verilir, onlarla konuşulur. Ölümü bir kesinti değil de bir uykudan uyanış olarak gören bu anlayış ruhumuzu okşar. Bu anlayış bizi Rahim/Esirgeyici bir Allah'ın kulları olduğumuz ve onun merhametinin her şeyi kuşattığı gerçeğiyle buluşturur.
KIZIMLA SEKİZ YIL (BEBEĞİM)
Doğumun rahmet oldu bebeğim
Biz de sanki seninle doğduk
O, sekiz yılın bolluktu bebeğim.
Seninle nuru tanıyıp zulmeti kovduk.
Sevgiden, şefkatten habersizmişim
Otuzunda sanki dünyadan bezmişim
Dilsiz amma, bebekler birer Muallim
Beni benden aldın sen ettirdin talim
Gül yüzünde her dem güller açtı bebeğim
Taş kalbim şefkatle, merhametle taştı
Sanma ki firkatine gönlüm kolay yatıştı.
Tarifi yok, olsa olsa çaresizliğe ancak alıştı
Baktım yanımda yoksun nereye böyle
Dehşetti gülüm, ne hazin tabloydu öyle
Biri kapıdan fırlamış sen de camdan
Sizleri bir an unuttum kendi telaşımdan.
Dehşet ânı ne kadar sürdü bilmem, şuurum yitmişti
Zaman yok olmuş, uyandığımda yolculuk bitmişti
Rüya gibiydi, dayanamıyordum, rüya da bitmiyordu
Yıllar geçse de hâlâ rüya ve gerçek biri birine girmişti
Yalnız ben çırpınıyordum rüyada, herkes uyuyordu
O andaki sıkıntımı Rabbim görüyor ve duyuyordu
Bir Yâr gönderdi ki o ganî hazinelerinden
“İnna lillah....”ı O hatırlattı, tam on ikiden vuruyordu
Hemen oracıkta iki günahsız ruh teslim ettik Allah’a
Şefâat için üçüncüsü de dilekçe yazmış dergâha
Zor imtihandı, bize düşen de sabretmekti
Onu da uğurladık, komşu olsun diye Rasulullaha
Ayrıldın, yaşlı gözler, mahzun kalpler bıraktın
Yalnız gitmedin, amca zâdeleri de yanına taktın
Çok seviyordun onları, sevdiklerinle gittin
Safiye güzeldi, hele Muhyiddin, Muhyiddin..
Seni öyle görmek aklımdan ucundan geçmezdi
Vakit tamam olunca biliyorum, seni seçmezdi
İnanıyordum “İnnalillah ve inna ileyhi raciun” dedim
Kalbimdeki Süveyda’ ya inan artık inan dedim.
Senin ayrılışın beni bana döndürdü
Secdelerim damla damla yaşlarla bölündü
Sonra “İyya ke na’budu” yu yeniden tan