İstanbul, geçtiğimiz hafta sonu hem ülkemizin hem de dünyanın geleceği şekillendirme adına bir çok tekliflerin sunulduğu önemli organizasyonlardan birine daha ev sahipliği yaptı. 9.Bediuzzaman Sempozyumu... Bizler de bir hafta sonumuzu konu itibariyle son derece önemli, dünyaca tanınmış entellektüellerin ilgi odağı bir sempozyuma ayırmanını ayrı bir mutluluğunu yaşadık.
İstanbul İlim ve Kültür Vakfı tarafından gerçekleştirilen ve iki gün boyunca devam eden sempozyuma ülke geneli ve dünyanın dört bir yanından iştirak eden ilim adamları ve akdemisyenler, "İnsanlık onuruna lâyık bir geleceğin inşasında ilim, iman ve ahlâkın yeri ve rolü" konusu üzerinde tebliğlerde bulundu.
Sempozyuma ABD, Kanada, Rusya, Nijerya, Hollanda, İran, Suudî Arabistan, Hindistan, Filipinler ve Botswana'nın da aralarında bulunduğu yaklaşık 40'a yakın ülkeden 245 akademisyen Risale-i Nur'un ışığında insanlığın geleceğini tartıştılar. Dünya geneli gösterilen bu yoğun alakanın sebebi şüphesiz ülkemizin yetiştirdiği büyük mütefekkir Said Nursi'nin şahsiyyetinden ve eserleri Risale-i Nur Külliyatı'nın derin mesajlarından kaynaklanmaktadır.
Tüketim ahlâkı, kültür ve din farklılıklarından kaynaklanan problemler, sosyal adalet, milliyetçilik gibi pek çok konunun tartışmaya açıldığı programda bu konuları ihtiva eden uygulanabilir bir ilim, iman ve ahlâk modelinin esasları üzerinde araştırmaların başlatılması gerekliliği en önemli vurgu oldu.
Sempozyumda altı çizilen ve çözüm için tekliflerin masaya yatırıldığı her bir konuyu bir hastalık olarak tanımlayan Bediuzzaman Said Nursi, yaklaşık bir asır önce ve henüz hayatının baharındayken zamanın getirdiği problemlerle mücadele etmek ve insanlığın geleceği için şöyle seslenmişti:
“Dünya, büyük bir manevi buhran geçiriyor. Manevi temelleri sarsılan garp cemiyyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felaketi gitttikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sari illete karşı İslam Cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak acaba?
Bediüzzaman Said Nursi açısından toplumsal sorunların temel çözümü, İslam'ın bir düşünce, bir hayat tarzı ve bir siyaset olarak uygulanmasındadır.O'nun çözümlerdeki önceliği, din,dil ve ırk olarak birbirinden farklı azınlıkların siyasi gücün beklentileri çerçevesinde bir arada tutulması değildir.Temelde onları birbirlerine yakınlaştıracak, tanışıp bilişmelerine zemin hazırlayacak hakikat, tüm kainatı yaratmış, onun ilkelerini ve işleyiş düzenini belirlemiş olan Allah'ın emirlerine uymaktır. Hayatın tanziminde izlenecek en iyi yolun ne olduğunu ancak, onu bizzat yaratmış olan bilebilir ve gösterebilir. O da Allah (c.c)'nün ta kendisidir.
Bu açıdan bakıldığında, Bediüzzaman açısından toplumsal uzlaşı ve birliktelik İslami siyasetin hedefi değildir; olsa olsa onun doğrudan sonucu'dur.O, bu yaklaşımı "Hutbe-i Şamiye" adlı eserinde gayet açık bir biçimde ifade etmiştir:
"Evet, millet-i İslamiyenin sebeb-i saadeti yalnız ve yalnız hakaik-i İslamiye ile olabilir. Ve hayat-ı içtimaiyesi ve saadet-i dünyeviyesi Şeriat-ı İslamiye ile olabilir… Elhasıl: 'Had' ve 'Ceza' emr-i ilahi ve adalet-i Rabbaniye namına icra edildiği vakit hem ruh, hem akıl, hem vicdan, hem insaniyetin mahiyetindeki latifeleri müteessir ve alakadar olurlar… Demek, hakiki adalet ve te'sirli ceza odur ki: Allah'ın emri namıyla olsun. Yoksa te'siri yüzden bire iner."
Genelde tüm dünyada, özelde ise İslam dünyası ve yaşadığımız topraklarda karşı karşıya kaldığımız sosyal problemlere Bediuzzaman, hiç bir zaman ilgisiz kalmamış, ömrünün sonuna kadar çözüm noktasında her ortamda teklif ve tavsiyelerini kamuoyuyla paylaşmıştır.O'nun her bir tavsiyesini emir telakki eden talebelerine gelince, onlar her şeyleri ortaya koyarak örnekleri çok az görülen fedakarlıklarla vazifelerini yerine getirme gayreti içerisinde olmuşlar, olmaya da devam etmektedirler.
Şimdilerde bizler, Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana bir takım ihmaller ve yanlış tedaviler, dış güçlerin de olayı devamlı manipüle etme neticesinde bir türlü çözülemeyen ve tekrar ülkemiz gündemine giren, Bediuzzaman'ın o sari hastalık, bir veba benzetmesi “Kürt Sorunu” konusunda O'nun görüş ve tespitlerini tarafsız ve reel bir çerçevede tekrar konuşmaktayız. Şu da bir gerçek ki, kendisinin en sert sözler sarfettiği ve hoşgörü göstermediği fikir, uluhiyeti inkardan (ataizm) sonra ırkçılık fikri olmuştur.O, İttihat-ı İslam taraftarı, memleketimizin yetiştirdiği önemli bir fikir fedaisidir.
O'na göre bu sorunun iki önemli nedeni var:
Menfi Milliyetçilik: Kürt Kimliğinin İnkarı,
Etkiye Karşı Tepki: Türkçülüğe Karşı Kürtçülük
Yaklaşık bin yıldır aynı coğrafyada iç içe yaşayan Türkler, Kürtler ve diğer milletler, ırkçılık anlamında hiç denecek kadar sorun yaşamadılar. Tam tersine birbirlerini kabullenme temelinde dayanışma içerisinde oldular, yardımlaştılar. Geçmiş dönemlere bir göz attığımızda, Arap olan Emevi ve Abbasiler liderliğinde, Türkler, Kürtler ve diğer milletler birbirlerinin milli kimliklerini kabul ile, beraber parlak dönemler yaşadılar. Sonraları Selçuklu Türkleri önderliğinde aynı kabullenme ve yardımlaşma devam etti ve son örnek olarak Osmanlı Türkleri hakimiyeti...
Geçen son bir buçuk asır ise, batı kaynaklı milliyetçi akımların etkisiyle Türk kimliğinin çokca öne çıkarılması sonucunda oluşan kürt kimliğinin inkarı, çatışmaların önünü açmıştır. Ayrıca bu zaman aralığı, emperyalist Batı devletlerinin bu konuda siyasi zeminler bulup sürekli müdahale ettiği bir dönem olmuştur.Bu müdahalelerle İslam'ın iki kahraman milleti Türk ve Kürtler arasına menfi kavmiyetçilik sokularak, ortak değer olan imandan uzaklaşmaları, ümmet bilincinden kopup İslâm kardeşliği ve birliğinden ayrılmaları hedeflenmekteydi. Aynı çabalar bu hedefe tam ulaşmada günümüzde hala devam etmektedir.
Bediuzzaman Said Nursi, menfi milliyetçilik diye tanımladığı ve ‘başka ırkları inkar ve yutmaya dayanan ırkçılık fikri, kapitalist Avrupa’nın bir nevi fırenk illeti’dir der. Bunu, dışarıdan içimize girmiş bir hastalık olarak kabul eder. “ Günümüz medeniyeti, Cemâatlerin râbıtâsını, «Unsuriyet, menfî milliyeti» tutar. Unsuriyetin şe'ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, «Tecavüzdür»...İşte bu hikmettendir ki: Beşerin saadeti selb olmuştur yani ortadan kaldırılmıştır."
Konuyla alakalı yine şöyle der: “Şu âyet-i kerime; kat'î bir surette menfî bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyor. Yani: ‘Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet/yardım edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki; yekdiğerinize karşı inkâr ile yabani bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir!’ şu âyetin ilân ettiği gibi, tearüf/tanışma içindir, teavün/yardımlaşma içindir.. tenakür/bilmezlikten gelme için değil, tahasum/düşmanlık etme için değildir!..
Devam edecek...