Bu seneki YAŞ toplantısı birçok yönüyle uzun zaman tartışılacak ve çeşitli yönlerden dönüm noktası olarak değerlendirilecektir. YAŞ’la ilgili tartışmaların başladığı ilk günden beri konuyu takip ediyorum. Kamuoyuna yansıyan isimlerle ilgili gelişmeleri, herkes gibi ben de yoğun bir ilgiyle izliyorum. Saldıray Berk ne olacak, Hasan Iğsız Kara Kuvvetleri Komutanı olabilecek mi, Balyoz sanıkları terfi edebilecekler mi gibi. Ancak bunların yanında beni en çok ilgilendiren, en çok merak ettiğim Genel Kurmay 2. Başkanı Orgeneral Aslan Güner’in durumuydu. Aslan Güner ne olacak, Jandarma Genel Komutanlığına atanarak Genel Kurmay Başkanı olmasının yolu açılacak mı? Bu ilgim, bu merakım bu adamı çok iyi tanıdığımdan, celaletinden, şiddetinden sempatikliğinden dolayı değildir. Bu adama karşı ilgim çok sembolik bir olaydan dolayı idi.
Türkiye’deki sistem muhalifi hareketlerin, hareket noktalarını dünyadaki gelişmeler oluşturur. Yani muhalif hareketlerin tamamı dışarıdaki kendi renklerini taşıyan hareketlerden bağımsız değildir ve çoğu zaman bu ülkelerdeki hareketlerin yaptıklarıyla, söyledikleriyle Türkiye’dekilerin yaptıkları ve söyledikleri aynıdır. Aslında yerel farklılıklar dikkate alınmadığından da çoğu zaman söylemlerde komiklikler de meydana gelir. Bu solcu radikal hareketler de olduğu gibi, İslamcı radikal hareketler için de böyle olmuştur.
Pakistan’daki Mevdudi’nin Cemaat-i İslami Hareketi, Mısır’daki İhvan-ı Müslim Hareketi, İran İslam Devrimi, Tunus’taki Raşit-El Gannuşi Hareketi ve daha nice farklı hareketler, düşünceler ve gelişmeler Türkiye İslamcı hareketlerini etkilemiş ve çok sayıda amacı aynı, söylem ve eylemleri birbirinden farklı gruplar meydana çıkmıştır. Bu gruplar, cemaatler özellikle 1980-1997 yılları arasında birbirleriyle ilgili, çok sayıda olumsuz görüş ileri sürmüş, birbirlerini insafın, vicdanın, inancın sınırlarını zorlayan söylemlerle itham etmişlerdir.
Ben de şahsi hikâyemi bu düzlemde yaşadım. Üniversiteyi 1980 sonrası Erzurum’da okudum. Seyyit Kutup’u, Mevdudi’yi, Hasan El Benna’yı, Ali Şeriati’yi, Mutahhari’yi, Beheşti’yi, Ramazan El Buti’yi, Said Havva’yı, Muhammet Ebu Zehra’yı, Faruki’yi Garaudi’yi vb. yazarları okudum. İslamcı gençler için o dönemde okunanlar bakımından aslında birbirinden çok farklı isimler yoktu, aşağı yukarı herkes aynı isimleri okuyordu. Tabi ki, İslamcı isimler dışında da, özellikle Dünya Klasiklerinden çeşitli isimler okunuyordu. Bütün birbirine benzer okumalara rağmen, tavır alışlar gruplara göre birbirinden oldukça farklıydı. Ve bu tavır alışlara göre de isimlendirmeler vardı. Birbirinden farklı davranışlar sergileyen bu gruplar, fraksiyonlar, cemaatler, örgütler, klikler birbirlerini acımasızca eleştiriyor, insaf durumuna göre fasıklıktan, küfürde olmaya kadar çeşitli biçimlerde suçluyorlardı. Ben de bu suçlayan ve suçlananlardandım. Cuma namazı kılmıyor, ramazana belirlenen tarihten ya erken ya da geç başlıyor, babamlarla aynı günde bayram yapmıyor, camilere cemaat için gitmiyor, ailemden İslam adına öğrendiğim her şeyi geleneksel deyip reddediyor, hiçbir legal çalışmayı İslami bulmuyor, kendimce dar-ül harp fıkhını uyguluyordum. ‘Mevlid’e komik nazireler yazıp, kandillerle dalga geçiyordum. Bu devlette memur olunmaz deyip inşaatlarda amelelik yapıyordum. Eritre’de, Moro’da, Filipinler’de yaşananları takibe ediyor, Cumhuriyet Gazetesi okuyup, Yeni Devir’i Milli Gazete’den daha yakın buluyor, Nokta Dergisi’ni takip etme modasına uyuyordum. Kelimeler Kavramlar’daki kavramları ezberliyor, Yaşar Kaplan’ın “Demokrasi Risalesi”ni demokrasi eleştirisinde yetersiz görüyor, “Çağdaş Truva Atı Demokrasi”de aradıklarımı bulmaya çalışıyor, Nurettin Topçu’nun “Devlet ve Demokrasi” risalesinin her satırını çiziyordum. Mavera’dan İslam Dergisi’nden Afganistan’ı takip etmeme rağmen Hikmetyar’ı, Burhanettin Rabbani’den daha çok seviyor, Ahmet Şah Mesut’u kahramanım olarak görüyordum. Bildiklerini benim gibi yorumlamayanlar “bel’am”; güç sahiplerinin tamamı benim için “tağut’tu. Tasavvufi hareketleri şirkte görüp, Refah hareketini küfürle suçluyordum. En çok da ana gövde olduğu için olacak, Refahlılara kızıyor, onları suçluyordum. Kelim Sıddıki’den mülhem Erbakan Hoca’yla İmam Humeyni’yi karşılaştırıyor, Hoca’ya kızıp, İmam’ı övüyor; Cezayir örneğini verip Abbas Medeni’nin Erbakan Hoca’nın yaşayacaklarının öncesini yaşadığını söylüyordum. Hamas karşısında İslami Cihat’a selam duruyor, Kayıp İmam’ı, Hizbullah’ı yakından takip ediyordum. Mezhepler, mezhep imamları en çok merak ettiklerimizdi.
Nihayetinde 28 Şubat Süreci denilen kâbus günler başladı. Herkesin düşüncesinin, yaşama biçiminin bedelini ödeyeceği; hukukun, adaletin askerin iki dudağı arasına terk edildiği günler. Herkesin brifinglerden geçirildiği, dindarların her kurumunun, kuruluşunun, şirketinin baskı altına alındığı, çoluk çocuk bütün halkın fişlendiği, gazetelerin “top yekun savaş” manşetleri attığı o malum süreç.
İnsanların yaşadıkları sıkıntılı günler kendilerini yaptıklarıyla, yapamadıklarıyla, eksikleriyle, kusurlarıyla muhasebeye çektikleri dönemlerdir. Malum süreç de bu imkânı verdi. Birçok kişi, kurum buradan hayırlı dersler çıkardı. Bazıları ise, yaşananlar üzerine özeleştiri adına kendilerini inkâra kalkıştılar. Özeleştiri adı altında 28 Şubat’ta yaşananların bütün sorumluluğunu dün alkışladıkları insanlara yüklediler. Daha doğrusu Erbakan’a yüklediler: “O, ölçüsüz konuştu, ağzına sahip olamadı.” Diyerek hakarete varan eleştiriler getirdiler. O “Rektörler selam duracak” demiş, “Kanlı mı, kansız mı olacak” diye meydan okumuş, “Taksim’e cami yapılmalı” isteğinde bulunmuş, “Ne mutlu Türküm diyene” sözünü eleştirerek tanrıları kızdırmış ve 28 Şubat sürecinin başlamasına sebep olmuştur.
Bu haksız, mesnetsiz eleştiriler içimi acıttı. 1994’te gecikmeli olarak askere gittim. Bornova’daki acemi birliğinde bir subay; 350 kişiden 250 tanesi namaz kılan kısa dönem askerlere şunu söylemişti: “Türk ordusunun iki düşmanı vardır; biri Kürtler, diğeri gericiler. Kürtlerle yapılan savaş bitti, gericilerle yakında başlayacak.” O savaş 1997’de başladı ve 28 Şubat’a gerekçe gösterilen o sözler o günlerde daha söylenmemişti. Söylenmiş olsa bile o sözler bir tespiti, bir talebi dile getiren sözlerdi. Bu tespitlere, bu taleplere nasıl karşı durulabilirdi. Sonrasında “ne gereği vardı, bu sözlerin” diye eleştirenler o sözleri söylendiğinde şiddetle alkışlayanlardı.
O sözlerdeki kanı da Hoca değil; 10 milyon masum insanı öldürmekten bahseden Güven Erkaya’lar akıtacaktı. Ve bu gün, bu kanı akıtmak için Fatih Camii’ni, Koç Müzesi’ni bombalamalar, kendi uçağını düşürmeler dâhil hangi “Balyoz”ları hazırladıklarını ve bununda mahkeme koridorlarında hesabını vermemek için, hastane kapılarında nasıl sıraya girip, tekerlekli sandalyelere yapıştıklarını görüyoruz.
Bu gün Hoca’nın bahsettiği halkın iktidarını kansız yaşıyoruz.
TRT 6 televizyonu 24 saat Kürtçe yayın yapıyor. Dağlardan ırkçı sloganları askerler söküyor.
Sahi Aslan Güner kime selam durmadığı için terfi alamamıştı?