Saltanattan halkın iradesinin egemen olduğu cumhuriyete geçtik ama dayatmacı, hatta zor kullanıcı 'istemezük' anlayışı değişmedi. Osmanlı'dan bu yana darbeci anlayışın değişmediği gibi... Değişeceğe de pek benzemiyor. Böyle olunca eski ile yeni sistem arasında fazla bir fark kalmıyor. Çünkü, belli bir zümrenin dayatması devam edecektiyse cumhuriyete hem de adı demokratik de olsa geçmenin ne anlamı olur. Gerçi cumhuriyete geçtiğimiz kesin olmakla birlikte demokratik cumhuriyeti hayata geçirdiğimiz çok su götürür. Çünkü, toplumda her kesimin demokrasi anlayışı farklı. Herkes kendi anlayışının hakim olmasını istiyor. O zamanda ortaya dayatmacı bir uygulama çıkıyor.
Sanıyorum bu dayatmacı anlayışın temelini toplumun ortak tarifler etrafında birleşememesi oluşturuyor. Zıtlaşma ve kutuplaşmanın yaygınlık kazanması ister istemez herkesin kendi dediğinin olması arzusunu gündeme getiriyor. Çünkü kendi dediğinin ve düşündüğünün kesin doğru olduğuna inanılıyor. Tek doğru anlayışının hakim olduğu toplumlarda ise senin doğrun senin, benim doğrum benim denemiyor.
Böyle olunca da her mesele ideolojik ve siyasi tartışma konusu olabiliyor.1960'lı yılların ikinci yarısıydı. İstanbul'da ilk boğaz köprüsünün yapılması gündeme gelmişti. Aylar hatta yıllar boyu "Köprüye hayır" kampanyaları yürütüldü. Kampanyalar kavga ve çatışmaya kadar vardı. Bir bakıma o dönemde solcu olmanın ilk şartı köprüye karşı olmaktı. Ne ilgisi varsa. Kısacası Türkiye'nin her yerinde toplum İstanbul Boğazı'na köprü yapılmasından yana olanlarla karşı olanlar diye ikiye ayrılmıştı. Benzer bir kampanya ikinci köprü içinde yaşandı. Ama bu defa ilk köprüde olduğu kadar sert tartışmalar yaşanmadı. Üçüncü köprü gündeme geldiğinde de hayırcılar ortaya çıktı. Elbette olayın teknik bir yönü vardır ve bu noktada tartışmaların yapılmasına bir şey demek mümkün değildir. Bu yönde tartışma yapabilmek içinde konunun uzmanı olmak gerekir. Söz gelimi köprünün yapılacağı yerin seçiminde bir yanlışlık varsa bu husus ortaya konularak tartışma sürdürülebilir. Ancak, ancak tek başına 'Köprüye hayır' kampanyasının yürütülmesinin ülke gerçekleri ile bağdaşır yanı yoktur. Söz gelimi İstanbul Boğazı üzerinde şu anda iki köprü bulunmasına rağmen köprü girişlerinde gece saat 24.00'e kadar uzun araba kuyrukları oluşmaktadır. Yani iki köprü bile ihtiyacı karşılamaya yetmemektedir.
Bir zamanlar karayolları ve otobanların yapılmasına karşı kampanya yürütüldü. Karayollarına karşı çıkarken demiryollarının ıslahı savunuluyor olsa, bir diğer ifade ile yolcu ve yük taşıma işinin demiryolu, denizyolu ve havayoluna kaydırılması istense ve bunun için yeni teklifler gündeme getirilse elbette karayollarına büyük paralar ayrılmasına tepki vermenin bir mantığı olabilir. Ancak, alternatif sunmadan, onun savunuculuğunu yapmadan sadece yapılan bir işi karalamaya ve kötülemeye yönelik kampanyalar ülkeye sadece zaman kaybettirmektedir.
Bu memlekette uzun yıllar özellikle demiryolları kendi haline terk edildi. Gelişmelere ayak uydurma yönünde hiçbir adım atılmadı. Zaman zaman bazı adımlar atılmaya kalkıldığında da bir anda kazalar olmaya başladı. Böylece toplum demiryolundan uzaklaştırıldı. Bu bakımdan son yıllarda sürdürülen demiryollarının her bakımdan yenilenmesi çalışmaları sanıyorum özellikle insan taşımacılığını karayollarından demiryollarına kaydıracaktır. Ankara-Konya arsanın 1.5 saate, Ankara-Eskişehir arasının 1 saat 5 dakikaya indirilmesi Ankara-İstanbul arasının 4 saate indirilmesi çalışmalarına siyasi ve ideolojik anlayış farklılığı sebebiyle karşı çıkmanın mantığı olabilir mi? Geç kalmış bir çalışmayı hayata geçirenlere destek vermek gerekmez mi?
Ama bizde maalesef aynı siyasi görüşte değilsek karşımızdakiler ne yaparlarsa yapsınlar karşı çıkmak gerektiği gibi bir yanlış anlayış hakim. Geçtiğimiz günlerde Başbakan Erdoğan'ın İstanbul'a bir üçüncü havaalanının yapılacağını açıklaması karşısında birbirine taban tabana zıt görüşler ortaya atılmaya başlandı. Bir taraf üçüncü bir havaalanının İstanbul için zaruret olduğunu söylerken bir başka taraf da bunun gereksiz olduğunu ileri sürüyor. Eğer ölçü işin özü itibariyle gerekli bazı şartlar ise bu şartlar kişiden kişiye, hatta uzmandan uzmana değişmemesi gerekir.
Sanki toplum olarak sürekli çekişmekten zevk alıyoruz. Eğer tartışacak bir konu bulamazsak kendi kendimizle kavga edecek gibi görünüyoruz. Böyle bir ruh hali sağlıklı olabilir mi?