Bugün 4 Şubat 2023. Rahmetullahi aleyh hocamız, Mahmud Es'ad Coşan 4 Şubat 2001 yılında Avustralya'da bir cami açılışına giderken içinde bulunduğu araca bir tırın çarpması sonucu rahmeti Rahmana kavuşmuştu. Bu gün, sevdiklerine hüzün fakat kendisine vuslat olmuştur. Allah derecesini yüksek eylesin. Bizleri de sözleriyle irşad olan hakiki, has birer talebe eylesin. Hocamızın yazıları ve sözleri fevkalade kıymetli olup hayra ve iyiliğe teşvik eder mahiyettedir. Onun kitapları ne kadar çok okunsa o kadar iyidir. Sohbetleri ne kadar çok dinlense o kadar iyidir. Rahmetli hocamız Mahmud Es'ad Coşan'ı, 4 Şubat Allah'a vuslat gününde kendi sözleriyle yad etmek istedim. Ben onun sadece radyodan sohbetlerini dinleyen bir talebesiydim. Tanışıp görüşmek nasip olmadı. Fakat kendi elleriyle kurduğu Akra fm radyosuyla hocamız bizlere ulaştı. Allah'ın emirlerini coşkuyla anlattı. İyi bir hatip iyi bir eğitimciydi. Kalbimizi, ruhumuzu, zihnimizi terbiye etti. Allah ondan gani gani razı olsun. "İrade Terbiyesi İçin Bir Aylık Kurs Ramazan" isimli kitabından güzel bir seçki hazırlayıp tabiri caizse potbori yaptım. Yazıyı hazırlarken içli bir türkünün tınıları da kulağıma doluyordu:
"Hazin hazin ağlar gönül
Dertli dertli ağlar gönül" diye.
Potbori
Tevbe, "dönmek" demek. Kuş havada uçar. Yemin olduğu yere, suyun olduğu yere döne döne inermiş. Ona tâbe diyorlar. Kuşun döne döne alçalıp indiği yer.
Kul tevbe ediyor, yanlış yolu bırakıyor, Cenab-ı Hakk'ın yoluna dönüyor.
Receb şehrü't-tevbeti.
Bu ay tevbe etmek ayıdır. Bir insan tevbe etti mi, Allah onu sever.
Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor: "Hiç şüphe yok; muhakkak ki Allah tevbe eden kulları sever."
Hatasını anlayıp doğru yola dönen kulunu sever.
Herkes tevbeyi sanıyor ki; diz çökecek, gözünü yumacak, eline tesbihi alacak; beş defa, on beş defa, yirmi beş defa, yetmiş beş defa veya yüz defa tevbe tevbe tevbe diyecek…
Evet, bu tevbenin sözü ama özü olmadan sözün kıymeti olmaz.
En tehlikeli duygu tûl-i emel!
Tûl-i emel, ümidinin çok uzaklara kadar uzanıp gitmesidir.
Bu işin şakası yok! Bir kaybettin mi ebedi hayat mahvoluyor. Onun için ahireti kazanmaya çok gayret etmek lazım.
Kul Ramazan'ın sonunda cehennemden âzat oluyor; böyle güzel bir ay!
Eski insanlar ne kadar boş şeylerle uğraşmışlar; güneşe, öküze, şahine, timsaha tapınmışlar. Halbuki hepsini yaratan Allahu Teala Hazretleridir. Onun için Eşhedü en la ilahe illallah sözü çok önemli bir sözdür. Bütün müşriklere, bütün kafirlere karşı bir bayrak açıyoruz ve haykırıyoruz; Allah'tan başka ilah yok, "Boş şeylere tapınmayı bırakın!" demiş oluyoruz.
Oruç tutmanın âdâbı vardır, usûlü vardır. O adaba riayet etmek gerekiyor. Onlara riayet etmediği takdirde insan orucun sevabını kazanamayabilir. Oruç tutmak sadece aç ve susuz kalmaktan ibaret değildir. Oruç tutan insan harama bakmayacak, oruç tutan insan günah şeyleri dinlemeyecek, oruç tutan insan günahlı yerlere varmayacak, oruç tutan insan günaha elini uzatmayacak, gıybet etmeyecek, dedikodu yapmayacak… Bütün azalarına oruç tutturacak. Gözünü,kulağını, dilini, elini, ayağını, her azasını günahlardan koruyacak, uzak tutmaya dikkat edecek.
Şeytan usta bir aldatıcı olduğu için herkesin kafasına girer, aklını çeler, bir mazeret uydurur, ona bir bahane bulur: "Sen ağır işte çalışıyorsun, dizin titriyor, yoruluyorsun, işini güzel yapamıyorsun…" der. Böyle bahanelere ne denir?
Beynamaz-daha doğrusu bînamaz özrü!-
Sağlam değil; uyduruk mazeret! Allah'ın kabul edeceği bir mazeret değil de ayartıcı bir fikirden doğan, aslında mazeret olmayan, kaytarma, kaçma, kaçınma vesilesi… Bazıları bir bahane buluyor, bir şeyler söylüyor. Öyle herkesin kendi kendine düşündüğü şey geçerli olmaz. Hasta değil, bir ruhsatı yok, dinin müsaade ettiği özel bir durumu yok… Ruhsat gerektiren bir neden, bir hastalık bahis konusu olmadan bir gün oruç tutmadı; ne olacak?
Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor: "Hasta olmadığı halde, sağlam bir sebep olmadığı halde Ramazan'dan bir gün yemek yese, herkes oruçlu iken oruç tutmasa, bir günü oruçsuz geçirse; Savm-ı dehr denilen yılın her gününü, bütün senesini ömrü boyunca oruçlu geçirse, bu ona karşı gelmez." Savm-ı dehr, bir insanın senenin bütün günlerini oruçlu geçirmesi demek.
Ramazan'da mutlaka mağfiret olmak lazım. Olacağız, başka çare yok! Ramazan'dan mağfiret olmadan çıkmayacağız, tedbirimizi alacağız, kendimizi sıkacağız, nefsimize hakim olacağız, şeytanın kolunu bacağını kıracağız, iyi Müslüman olacağız. Ramazan'da mağfiret olacağız, çare yok!
Hepimiz kâmil insan, olgun bir Müslüman olacağız. Yetişmiş, bilge, hakîm, ne yaptığını ne söylediğini bilen, sabırlı, şükürlü, düşüne taşına iş yapan ve doğru iş yapan insanlar olacağız. İşte bu gayeyi insana bir eğitim ile ulaştırmak mümkün! Bu gayeyi tahakkuk ettirmek için nefsin terbiye edilmesi lazım. Allahu Teala; "Nefsinizi terbiye edin!" dediği gibi, nefsi terbiye edecek ibadetleri de bize emretmiş.
Bizim -galiba bakanlık da yapmış olan- bir kardeşimiz yeğenini Mehmed Zahid Kotku Hocamız'a getirmiş, elini öptürmüş.
"Hocam yalnız bizim bu yeğenin bir kusuru var." demiş.
"Nedir?" demiş.
"Bu, sadece imtihan vakitlerinde imtihanları geçeyim diye abdest alır, namaz kılar." demiş.
Ayıp!
Neden ayıp?
Her zaman kılmıyor da başı sıkışınca namazı kılıyor, muntazaman kılması gerekirken sadece imtihan zamanlarında kılıyor. Ayıpladığı için yeğeni bu kusuru bıraksın diye, mahcup olsun da düzeltsin diye böyle söylemiş. Ama hocamızın cevabı çok hoşuma gitti. Hocamız; "Aferin bak, başı sıkıştığı zaman nereye müracaat edeceğini nasıl biliyor." demiş.
Daha alnındaki teri kurumadan akşam işçiye ücretini vermek, Efendimiz'in tavsiyesi. Önceden konuşmak gerekir. "Yapacağın işler şunlar, ben de sana şu kadar para verebilirim; razı mısın?
Razıyım.
Buyur başla!"
Önceden parayı tayin edecek, akşamleyin de alnındaki ter kurumadan; "Al kardeşim! Konuştuğumuz ücret!" diyecek.
Çocuklarımızın yanında öylece oturuyoruz. Öyle yapmayacağız! Çocuklarımızı etrafımıza toplayacağız. Birazcık bir zaman bulduk mu; "Çocuklar gelin, birkaç hadis okuyalım. Şu hadisleri birbirimize bir anlatalım. Benim söylediğimden sen ne anladın bakalım, bana bir tekrar et." diyeceğiz.
İslamcı bir gazetede yazıldığına göre Ankara'da iki genç tahsilli Müslüman, ana caddede yürüyorlarken biri diğerine birdenbire sormuş:
"Üç gün sonra öleceğini bildirselerdi, ne yapardın?"
Diğeri de gayri ihtiyari şu cevabı vermiş:
"Gider mutasavvıf olurdum."
Bu cevap, hele modern bir gençten gelince, çok büyük önem ve anlam kazanmaktadır; kısa ama doğrudur. Ölüm bahis konusu olunca iş ciddiye binmekte, işin şakası kalmamakta, gönlü tatmin edecek tam garantili yolun seçilmesi gerekmektedir.