Kusura bakmayın, ama Topkapı Sarayı'nda verilen 'şaraplı' klasik müzik konserinin protestosuna gösterilen tepkiler beni çok rahatsız ediyor. Her şeyin bir sınırı var, tepkilerde bu sınırın hayli aşıldığı meydanda... Bundan bir adım ötesi olağanüstü dönemlerin 'insanların sesini çıkartamadığı ülkesi' haline dönüş olur. Tepkilerde aşırı gidenlerin niyetinin de, özellikle protestoların geldiği kesimi, sindirmek olduğu hemen anlaşılıyor.
Bir etkinliği seversiniz alkışlarsınız, sevmezsiniz yuhalar veya protesto edersiniz; alkışlamak da yuhalamak ve protesto etmek de, kabul edilebilir sınırlar içinde kaldığı müddetçe, demokratik hakkınızdır. Kimse kimseyi veya bir şeyi sevmeye zorlanamaz.
Kendi hesabıma protesto edilen 'olay' ile herhangi bir sorunum yok; orada ben de olabilir ve ünlü yabancı orkestranın İdil Biret solistliğinde verdiği konseri dinleyebilirdim. Türkiye'deyiz ve etrafımızda içki içenlerin varlığına tahammüllüyüz; bu yüzden 'görgüsüzlük' boyutuna vardırılan ikramın ve göze sokulan türden reklâmın eleştirisini yapmakla yetinirdim.
İyi de, böylesi bir 'görgüsüz eylem' için mekân olarak neden Topkapı Sarayı seçiliyor?
Topkapı Sarayı'nda konser verilmiyor değil, veriliyor. Bildim bileli Mozart'ın 'Saraydan kız kaçırma operası' ('Die Entführung aus dem Serail') için en uygun mekân olarak kullanılıyor Topkapı Sarayı... ABD Başkanı George W. Bush'un Türkiye'yi resmi ziyaretinde (2004), devlet daveti Topkapı Sarayı'nda verildi ve davetlilere yalnız Türk musikisinin seçkin örnekleri değil Batılı sanatçıların eserleri de sunuldu.
Anladığım kadarıyla protestocular da Topkapı Sarayı'nda konsere değil, olayın başka bir amaçla kullanılmasına itiraz ediyorlar.
Protestocuların 'olağan şüpheli' kabul edilen bir örgütün üyeleri olması eylemlerinin savunulmasını zorlaştırıyor. Trabzon merkezli kanlı siyasi eylemlerde adları geçenlerin bağlantılı olduğu iddia edilen örgütün liderleri pek hareketli, üyeleri de her an patlamaya hazır gençler; bu yüzden haklı tavırları bile tepkilere yol açabiliyor.
Gençlerin anlaması gereken şu: Doğru bir iş yanlış biçimde yapılırsa kimseye faydası olmuyor.
Muhsin Yazıcıoğlu hayatını kaybetmeden önce verdiği mesajlarda geçmişte içinde yer aldığı kesimin yanlışlarını itiraf etmiş ve gelecekle ilgili beklentilerinde 'heyecan' unsurunun az olduğu bir gençlik özlemini dile getirmişti. 12 Mart (1971) ve 12 Eylül (1980) öncesinde sokaklarda sürdürülen sağ-sol vuruşmasında, Yazıcıoğlu'nun başında bulunduğu grup, hem kan akıtan hem de kan döken olarak, aktif yer almıştı. O dönemi 'birilerinin iktidar oyununda figüran almak' olarak tanımlamıştı Yazıcıoğlu.
Şimdi ona bağlılık iddia eden örgüt de, orta vadede, benzer bir oyunu şimdiden kurgulama telâşında olanlara malzeme sağlayacağa benziyor.
Görüyorsunuz, iki yönden de zor bir denklemle karşı karşıyayız: Bir tarafta 'olağan şüpheli' kabul edilen bir grubun 'taşkın' protestosu, diğer tarafta da saygısızlık ve görgüsüzlüğün savunucularının 'aşırıya kaçan' tepkisi...
Protestocu örgütün bağlantıları sebebiyle eylemlerine ters bakanlar çıkabilir; ben de eylemi gereksiz bulanlardanım. Ancak verilen tepkileri 'protesto' fiili üzerinde yoğunlaştırmak ve belli konuları 'protesto edilemez' diye sunmak tüylerimi diken diken ediyor. Şiddet içermeyen her türlü protesto yapılabilmelidir. Bugün Topkapı Sarayı'ndaki 'görgüsüz' etkinliğe karşı çıkmayı doğal bulursak, yarın da birileri 'çevreci' bir eylemin karşısına dikilmeyi doğal sayar.
Bütün bu gürültü arasında insanın aklına şu soru da gelmiyor değil: Acaba baştan sona 'görgüsüz' birilerinin ticari amaçla sahneye koyduğu bir 'reklâm' filminde farkında olmadan hepimiz figüranlık mı yapıyoruz?