PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN GÜZEL AHLAKI

İnci KAYAR

Allah’ın en sevgili kulu, son ve en büyük peygamber Hz. Muhammed (s.a.s) bir saadet güneşi olarak doğdu. Kurumuş yapraklar su ile yeşerdiği gibi Peygamberimizin gelmesiyle insanlık yeniden hayat buldu. Onun kalplere yerleştirdiği iman ışığı sayesinde kalplerden yanlış inançlar silindi, cehaletin yerine ilim, zulmün yerine hak ve adalet, kin ve düşmanlığın yerine insan sevgisi, acımasızlığın yerine şefkat ve merhamet geldi. Gerçek anlamda İslam kardeşliği kurularak toplum barış ve huzura kavuştu. İnsanlara dünya ve ahirette mutlu olmanın aydınlık yolunu gösteren Peygamberimiz, öğrettiği ahlak ilkelerini önce kendisi uygulayarak en güzel örnek oldu. Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde Peygamberimiz hakkında: “Ve sen elbette yüksek bir ahlaka sahipsin” buyurarak O’nun çok yüksek ahlak sahibi bir şahsiyet olduğunu bildirmiştir. O, ahlakını Kuran’dan almış, bütün iyilikleri kendisinde toplamıştır. Hz. Aişe’ye Peygamberimizin ahlakının nasıl olduğu sorulduğunda, “O’nun ahlakı Kur’an idi” demiştir. O’nu yüce Allah yetiştirdi ve insanlığa örnek olsun diye özel olarak terbiye etti. Nitekim Peygamber Efendimiz “Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi güzel yaptı” buyurmuştur. O, davranışları ve üstün kişiliği ile insanlık için en güzel örnektir.

Bununla ilgili olarak Allah Teala Kur’an-ı Kerimde: “Andolsun Allah’ın elçisinde sizin için uyulması gereken güzel örnek vardır” buyurmuş ve onun yaşayışını örnek almamızı istemiştir.

Müslüman olarak da bizim görevimiz, peygamberimizin ahlak ve fazilet dolu hayatını iyice öğrenmek ve onun ahlaki davranışlarını örnek alarak yaşamaktır.

Peygamberimiz, doğruluk ve dürüstlüğün en güzel örneği idi. O, çocukluğundan itibaren doğruluktan ayrılmamış, hiç yalan söylememiştir. Peygamberliğinden önceki gençlik döneminde doğruluğu ve güvenilir kişiliğinden dolayı kendisine, “Muhammedü’l-Emin” yani, “Güvenilir Muhammed” denilirdi. Düşmanları bile onun doğruluğunu kabul etmiş, kendisine yalancı diyememişlerdi.

Peygamberimizin en büyük düşmanı Ebü Cehil: “Muhammed! Biz seni yalanlamıyoruz, san bizim kanaatimize göre doğrusun. Biz ancak senin getirdiğini yalanlıyoruz.” Demiş, bu söz Peygamberimizi üzmüştü. Bunun üzerine “Onların söylediklerinin seni üzdüğünü elbette biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler, açıktan açığı Allah’ın ayetlerini inkar ediyorlar.” Ayeti inmiştir.

Kureyş’in ileri gelenlerinden Haris b. Amir de şöyle demiştir: “Ey Muhammed, vallahi sen bize hiç yalan söylemedin, fakat biz sana uyarsak yerimizden olacağız, bundan dolayı iman etmiyoruz.”

Ebü Süfyan Müslüman olmadan önce ticaret amacıyla Şam’a gittiği zaman Bizans İmparatoru Onu kabul etmiş ve Peygamberimizle ilgili kendisine bazı sorular sormuştu. Bu sorulardan birisi de şöyle idi: - Peygamberlik iddiasında bulunan bu zatın, daha önce hiç yalan söylediğini duydunuz mu?

Ebü Süfyan: - Asla, yalan söylediğini hiç duymadık, diye cevap vermiştir.

Bunun üzerine İmparator:

- Size peygamberlik iddiasında bulunan bu zatın evvelce hiç yalan söyleyip söylemediğini sordum. Onun hiç yalan söylemediğini ifade ettiniz. Şayet bu zat Allah hakkında yalan söylemiş olsa daha evvel insanlara yalan söylemesi gerekirdi, demiş ve Peygamberimizin doğruluğu sebebiyle gerçekten peygamber olduğunu ifade etmiştir.

Peygamber olduğu zaman Mekke’de halkını İslam’a davet için toplamıştı. Safa tepesine çıkarak orada toplananları: “Ey Kureyş halkı! Size bu dağın arkasında bir düşman ordusunu geldiğini söylesem bana inanır mısınız”? dedi, orada bulunanlar:

- “Hepimiz inanırız, çünkü sen ömründe yalan söylemedin” diye cevap verdiler. Bu topluluğun içinde Peygamberimizin en azılı düşmanları da vardı. Onlar da Peygamberimizin doğruluğunu itiraf etmişlerdi. Peygamberimiz, kendisi doğru sözlü olduğu gibi bizim de doğru olmamızı ve yalancılıktan sakınmamızı istemiş ve şöyle buyurmuştur. “Doğruluktan ayrılmayın. Zira doğruluk iyilikle beraberdir. Doğru ve iyi olanlar cennettedirler. Yalandan kaçının, çünkü yalan kötülükle beraberdir. Yalan söyleyen ve kötülük edenler de cehennemdedirler.” O, yalandan hiç hoşlanmaz, yalancıları sevmezdi. Peygamberimiz çocukları kandırmak için yalan söylenmesini de iyi karşılamamıştır.

Abdullah b. Amr diyor ki: Peygamberimiz bir gün evimizde bulunduğu bir sırada annem bana:

- “Gel sana bir şey vereceğim” diye çağırdı.

Peygamberimiz anneme:

- Çocuğa ne vermek istedin? Diye sorunca annem:

- Hurma vereceğim, diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamberimiz:

- “Eğen onu aldatıp bir şey vermeseydin, sana bir yalan günahı yazılırdı.” buyurdu.

Peygamberimiz bir şey hakkında söz verdimi, verdiği sözde mutlaka durur, gereğini yerine getirirdi.  Hudeybiye barış antlaşmasının hükümlerinden birisi de, Mekkelilerden biri Müslümanlara sığınırsa, Müslüman bile olsa, geri verilecek; fakat Müslümanlardan Mekkelilere sığınan olursa geri verilmeyecekti.  Müslümanlar için çok ağır olan bu antlaşmanın yazılması henüz bitmişti ki, Mekkeliler adına antlaşmayı imza edecek olan Süheyl’in Müslüman olan oğlu Ebü Cendel bir yolunu bulup kaçmış ve ayağındaki zinciri sürüyerek çıka gelmişti. Bu antlaşmaya göre Ebü Cendeli iade etmek gerekiyordu. Müslümanlar bundan büyük üzüntü duymuşlar ve Ebü Cendel’i iade etmeni istememişlerdi.

Peygamberimiz Ebü Candel’e dönerek: - Ey Ebü Cendel, sabret, bir verdiğimiz sözden dönmeyiz. Yakında Cenab-ı Hak sana kurtuluş yolunu açacaktır, diye teselli etti. Ve henüz imza edilmemiş olmasına rağmen sözlü olarak kararlaştırılmış bulunan antlaşmaya uyacağının işaretini vermişti.

O, kurtuluşun doğrulukta olduğunu bildirmiş, doğruların kıyamet gününde Peygamberlerle beraber olacağını haber vermiştir. Peygamberimize insanların hayırlısı kindir diye soruldu. Peygamberimiz: - “Her temiz kalpli ve doğru sözlü olanlardır.” Buyurdu.

Peygamberimizin kalbi şefkat, merhamet ve insan sevgisi ile idi, Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde o’nun hakkında şöyle buyuruyor: “Ey Muhammed! Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” O’nun şefkat ve merhameti, hayatının her döneminde açıkça görülür, merhametle dolu olan kalbi, hep iyilik için çarpardı. Kimseye bir kötülük dokunmasını, hiç kimsenin incinmesini istemezdi. Hz. Hatice ile amcası Ebü Talip, Peygamberimize çok yardımcı olmuşlardı. Kısa aralıklarla her ikisi de vefat edince İslam düşmanları Peygamberimize eziyeti artırdılar. Bunun üzerine Peygamberimiz ilk Müslümanlardan olan Zeyd b. Harise ile birlikte Mekke’den ayrılarak Taif halkını İslam’a davet etmeye gitti. Taifliler İslamı kabul etmedikleri gibi Peygamberimizi taşa tuttular,Zeyd, atılan taşlardan Peygamberimizi korumak için vücudunu siper etti. Atılan taşlardan Peygamberimizin ayakları yaralandı, kan içinde kaldı, yürüyemeyecek duruma geldi ve yol kenarında bir üzüm bağına sığındı. Onun bu derece sıkıntıya düşmesi Yüce Allah Cebrail’i göndererek, dağlar meleğinin emrinde olduğu ve ne dilerse onu bu meleğe emredebileceğini bildirdi. Bunun üzerine dağlara emreden Melek Peygamberimize seslenerek selam verdi ve: “Sen ne dilersen emrine hazırım, eğer şu iki dağın Mekkeliler üzerine çökerek birbirine kavuşmasını ve müşrikleri tamamıyla ezmesini istersen onu da emret” dedi. Peygamberimiz eğer isteseydi, kendisine acımasız bir şekilde saldıranlar ve onu kanlar içinde bırakanlar bir anda yok edilecekti. Fakat Peygamberimiz, çok üzüntülü olduğu durumda bile sevgi ve merhamet dolu kalbi onların cezalandırılmalarına razı olmamış ve Meleğe şöyle demişti: Hayır! Ben onu istemem, ben isterim ki Allah, bu müşriklerin soyundan yalnız Allah’a ibadet eden ve Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayan insanlar meydana çıkarsın.”

Peygamberimiz, insanlara ve diğer canlılara merhamet gösterenlere Yüce Allah’ın merhametle karşılık vereceğini bildirerek şöyle buyurmuştur. “Merhamet edenlere Allah da merhamet eder, siz yeryüzündekilere merhamet ediniz ki, göktekiler de size merhamet etsin.”

Merhametsizler hakkında da şu uyarıda bulunmuştur: “Merhamet etmeyene, merhamet olunmaz.”

O, sevgi ve yardıma muhtaç olan yetimlerle özellikle ilgilenir, Müslümanlara da yetimlere merhamet gösterilmesini tavsiye ederdi. Peygamberimize bir adam gelerek kabinin katılığından şikayet etti. Bunun üzerine Peygamberimiz ona: Kalbinin yumuşamasını ve muhtaç olduğun şeye kavuşmanı arzu ediyorsan, yetime merhamet et, başını okşa ve yemeğini ona yedir. Böyle yaparsan kalbin yumuşar ve muhtaç olduğun şeye kavuşursun.” Diye cevap verdi.

Peygamberimiz, sadece insanlara değil hayvanlara karşı da şefkat ve merhamet gösterirdi. O, susayan bir kediye kendi eliyle su içirmiş, hayvanların aç bırakılmamasını, onlara iyi davranılmasını emretmiştir. İbn Mes’ud (r.a) diyor ki: Peygamberimizle beraber bir yolculuk yapıyorduk. Peygamberimiz bir ihtiyacı için ayrılmıştı. Orada iki yavrusu olan bir serçe kuşu gördüm ve yavrularını aldım. Serçe peşimden gelerek yavruları için çırpınıp bağırmaya başladı. Bunu gören Peygamberimiz: Bu kuşu yavru acısı ile sızlandıran kimdir? Yavrusunu ona verin. Dedi. Bir defa Peygamberimiz aç bir deve görmüştü. Devenin karnı ile sırtı bir olmuştu. Bundan üzülen Peygamberimiz: “Hayvanlarınız hakkında Allah’tan korkunuz” buyurdu.

Yine bir defa Peygamberimiz Medineli Müslümanlardan birinin bağında bir devenin açlıktan bağırdığını görmüş, buna üzülmüştü. Devenin yanına gelerek onu okşamış ve sahibinin kim olduğunu sormuş ve öğrenmişti. Sonra da: “Hayvanlara gösterdiğiniz muamelede Allah’tan korkmuyor musunuz?” Buyurarak devenin sahibini uyarmıştı.

Peygamberimiz insanların en cömerdi idi. Kendisinden bir şey isteyin hiç kimseyi boş çevirmez, eline ne geçerse ihtiyacı olanlara dağıtır, “Ben ancak dağıtıcıyım, veren Allah’tır.” Derdi. Bununla beraber dilenciliği sevmez, dilenenlere bundan kurtulmaları için çalışıp kazanmanın yollarını gösterirdi.

Ashaptan Cabir (r.a) diyor ki: Peygamberimiz kendisinden istenilen bir şeye asla yok dememiştir. Bir gün peygamberimize bir parça kumaş hediye edilmiş, o da bunu kabul etmişti. Buna ihtiyacı da vardı. Yanında oturanlardan biri “Bu ne iyi kumuş” deyince, Peygamberimiz kumaşı ona bıraktı. O, yoksulları, ihtiyaç sahiplerini kendinden çok düşünür, açları doyurur, kendisi aç kalırdı. Peygamberimiz, maddi imkanlara sahip olduğu zamanlarda da sade bir hayat yaşamış, kendisi için bir şey bıkamamış, elindekileri muhtaçlara dağıttığı için aç yattığı zamanlar çok olmuştur. Eşi Hz. Aişe diyor ki: “Peygamberimiz, üç gün peş peşe karnın doyurmamıştır. İsteseydi doyururdu. Fakat yoksulları doyurup kendisi aç kalmayı tercih ederdi.”

Zengin bir kimsenin yoksula yardım etmesi, karnı tok olanın açları doyurması elbette ki iyi bir davranıştır. Cömertlik duygusunun bir göstergesidir. Fakat Elinde ne varsa Hepsini yoksullara veren, kendi yiyeceğini aç olanlara verip kendisi aç kalan kimsenin cömertliği ise çok yüksek bir duygunun eseridir. Cömertliğin en güzelidir. İşte kalbi, insan sevgisi, şefkat ve yardam duygusu ile çarpan Sevgili Peygamberimizin cömertliği böyle idi ve bir ömür böyle devam etmiştir. 

Peygamberimiz son derece cömert olduğu halde dilenciliği hiç sevmezdi, şöyle buyururdu: “Sizden birinizin bir ip alıp da bir demet odun bağlayarak getirip satması ve böylece Allah Teala’nın o kulunun şerefini şuna buna yüzsuyu dökmekten esirgemesi, elbette ki dilenmesinden hayırlıdır.

Peygamberimizin uzun süre hizmetinde bulunan Enes İbn Malik (r.a) anlatıyor: “Ensardan biri Peygamberimize gelerek sadaka istiyor. Peygamberimize: Evinizde bir şey var mı? Diye soruyor.

Adam: Evet, bir sergim var; yarısının üzerine yatıyor, yarısı ile de örtünüyorum. Bundan başka su içtiğim bir de kabım var, diyor. Peygamberimiz: Haydi kalk bunları getir, buyuruyor. Adam kalkıyor, bunları getiriyor. Peygamberimiz bunları alıyor ve:  Bunları satın alacak yok mu? buyuruyor.

Bir adam: Ben bir dirheme alabilirim, diyor. Peygamberimiz iki veya üç defa: Daha fazla veren yok mu? diyor.

Birisi: İki dirheme alabilirim, deyince, Peygamberimiz onları bu zata iki dirheme satıyor. Aldığı iki dirhemi eşyanın sahibine veriyor ve şöyle buyuruyor: Bir dirhemle çocuklarına yiyecek al. Bir dirhemle de bir ip satın al, sonra odun keserek çarşıya getir ve sat, on beş gün gözüme görünme. Bu adam Peygamberimizin dediğini yapmış, on beş gün sonra gelerek on dirhem kazandığını, bunun bir kısmıyla elbise, bir kısmı ile de yiyecek aldığını söylemiş. Bunun üzerine Peygamberimiz: Böyle (Alın teri dökerek) yaşamak mı daha iyi, yoksa kıyamet günü alnında dilencilik damgası ile Allah’ın huzuruna çıkmak mı iyi? buyurdu.

Ebü Said el-Hüdri (r.a) anlatıyor. “ Ensar’dan bazı kimseler peygamberimizden sadaka istemişlerdi. Peygamberiz de bunlara vermişti. Sonra bunlar yine istediler, Peygamberimiz de yine verdi. Üçüncü bir daha istediler, Peygamberimiz de verdi. Hatta yanında bir şey kalmadı. Sonra şöyle buyurdu: Sadaka malından yanımda bulunanı verdim. Başkalarına vermek için sizden kesinlikle bir şey saklamadım. Kim ki, dilenmekten sakınırsa, Allah o kimseyi afif (temiz) kılar. Kim de insanlardan müstağni olmak isterse Allah o kimseye zenginlik ihsan eder. Kim ki, sabretmek isterse Allah ona da sabır verir. Sabırdan daha geniş bir nimet, kimseye verilmemiştir.”

Peygamberimiz kendisi ve yakınları için sadaka kabul etmezdi. Bir kere torunu Hz. Hasan küçük iken sadaka olarak verilmiş olan hurmalardan bir tanesini ağzına koydu. Bunu gören Peygamberimiz: Tükür, tükür, bizim sadaka yemediğimizi bilmiyor musun? buyurmuş, Hz. Hasan da o hurmayı atmıştır.

Peygamberimiz hem vakarlı hem de çok alçak gönüllü idi. Asla büyüklük taslamaz, bir yere gittiği zaman kendisine ayağı kalkılmasını ve elini öpülmesini bile istemezdi. Bir defasında biri elini öpmek isteyince peygamberimiz elini geri çekmişti. Bir meclise gittiği zaman boş bulduğu yeri oturur, ayaklarını başkalarına karşı uzatmazdı. Peygamberimiz bazen ev işlerini bizzat kendisi görürdü; elbisesini kendisi yamar, odasını süpürür, çarşıya giderek lazım olan şeyleri satın alırdı. Hatta ayakkabıları söküldüğü ve yırtıldığı zaman onları kendisi tamir ederdi.

O, şöyle buyurmuştur: “Kim Müslüman kardeşine alçak gönüllü davranırsa, Allah onu yükseltir. Kim kibirlenir, üstünlük taslarsa, Allah onu alçaltır.” Peygamberimiz; zengin, fakir ayırımı yapmaz, kendisini bir hizmetçi bile davet etse, giderdi. Yoksul ve fakirlerle birlikte oturup yemek yer, en fakir kimselerin evlerine giderek hal ve hatırlarını sorardı.

O, hasta olanları ziyaret eder, bunun Müslüman için bir görev olduğunu söylerdi. Peygamberimiz bir hastayı ziyaret ettikçe, ona ümit verir, onun nabzını eline alır, alnına dokunur, şifa bulması için dua eder, “İnşallah kurtulacaksınız” derdi.  Peygamberimiz hastaları ziyaret ederken ayırım yapmaz, kim olursa olsun ziyaret ederdi.

Bir kere bir Yahudi çocuğu hastalanmıştı. Peygamberimiz onu ziyaret etmiş, çocuğun hal ve hatırını sorduktan sonra onu Müslüman olmaya davet etmişti. Çocuk babasının yüzüne bakmış, babası, “Oğlum, Peygamber ne diyorsa yap” demiş çocuk da Müslüman olmuştu. Peygamberimiz başkaları konuşurken sözlerini kesmez, onları dinlerdi. Hayatı son derece sade idi. Kendisine verilen yemeği severek yerdi. Sevmediği bir yemek olursa yemez, fakat yemeği asla kötülemezdi.  Arkadaşları ile yaptığı bir yolculuk sırasında dinlenmek için bir yerde konakladılar  ve yemek hazırlamak için aralarında iş bölümü yaptılar. Peygamberimiz de: “Öyle ise ben de yakacak için çalı-çırpı toplayayım” demişti. Ashap onun yolunda her fedakarlığı yapmaya, ona yardım etmeye hazırdı. Ancak o, çarşı ve pazardan alınacak şeyleri bizzat kendisi alıp evine yürür ve kimseye yük olmazdı. Kendisi bir hayvana bindiği zaman yanındakinin yaya yürümesini hoş görmezdi. Peygamberimiz ashaptan birini ziyarete gitmişti. Dönerken ev sahibi kendi hayvanını Peygamberimize vermiş, oğlunun da yaya olarak Peygambere arkadaşlık etmesini istemişti. Fakat Peygamberimiz çocuğun yaya olarak yürümesine razı almamış, onu da hayvana bindirerek yola çıkmıştı.

Peygamberimiz, Allah’ın gönderdiği son Peygamber olduğu halde aşırı derecede övülmekten hiç haşlanmazdı. “Efendimiz, en faziletlimiz” gibi sözlerden rahatsız olur şöyle derdi: “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övdükleri gibi beni övmeyin, şüphesiz ki ben Allah’ın kuluyum. Bana, “Allah’ın Kulu ve elçisi deyiniz.”  buyurmuştur.  Muavvuz b. Afra’nın kızı Rubeyyi şöyle demiştir. Ben evlenirken Peygamberimiz bize geldi. Benim için yapılan seccadenin üzerine şu oturduğum gibi oturdu. Düğüne gelen cariyeler da onun etrafında toplanarak Bedir Savaşında şehit olan atalarımız için yazılmış olan ağıtları okumaya başlamışlardı. Derken içlerinden biri bir ara “İçimizde yarın ne olacağını bilen bir Peygamber vardır” mealinde bir mısra okudu. Bunun üzerine Peygamberimiz: “Bunu bırak, böyle söyleme, bundan önce söylediğin gibi söyle.” Buyurarak aşırı derecedeki övgüleri hoş karşılamamıştı. Peygamberimiz bir kere abdest alıyordu. Arkadaşları onun kullandığı ve döktüğü suyu toplamak istemişlerdi. Peygamberimiz niçin böyle yaptıklarını sorduğu zaman, bunun sadece kendisine karşı duydukları bağlılıktan ötürü olduğunu söylemeleri üzerine;

Peygamberimiz: “İçinizde bir kimse, Allah ile Peygamberi sevmek zevkini duymak istiyorsa ağzını açtığı zaman sözün doğrusun söylesin, doğru kalpli olsun, kendisine güvenildiği zaman güvenini yerine getirsin, başkaları ile bir arada yaşadığı zaman komşuluk haklarına riayet etsin.” buyurdu.

Bir gün adamın biri Peygamberimizi ziyarete gelmiş, bir peygamber huzurunda olduğunu anlayarak titremeye başlamıştı. Peygamberimiz ona: Sakin ol! Ben bir hükümdar değilim. Ben Kureyş Kabilesinden kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum.” diyerek onu sakinleştirmişti.

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.