Devlet görevlileri, kendi ülkelerinin kötülüğünü ister mi?
Evet, bazı devlet görevlileri ister.
Eğer ülkenin kötü durumda olması, “devlet görevlilerinin” hak etmedikleri bir iktidarı kullanmasına izin veriyorsa, o iktidarı elde tutmak için ülkenin hep bir kaos yaşamasını arzularlar.
Sürekli bir korku ve belirsizlik ortamı yaratırlar.
“Devletin bazı görevlilerinin” yaptığı terörü, “devletin diğer bazı görevlileri” gözlerden saklar.
Toplumu huzursuz edecek büyük suçların failleri onun için bir türlü bulunmaz.
1 Mayıs katliamını gerçekleştirenleri yakalayamazsınız.
Üniversiteye bomba atanlar polislerin gözü önünde kaçar.
Şırnak’ta dükkân bombalayan astsubaylar askerî mahkemede beraat eder.
“Faili meçhullerin” failleri hep meçhul kalır.
Devletle işbirliği yapan mafyaya dokunulmaz.
Bütün bu kötülüklerin “amacının” da “ülkeyi korumak” olduğu söylenir.
Devlet görevlileri insanları “ülkenin” çıkarları için öldürür, ülkenin çıkarları için suikast düzenler, ülkenin çıkarları için bomba atar.
Sabancı cinayetinin “itirafçı” olmak isteyen tetikçisi “ülkenin çıkarı” için susturulur.
Peki, bu insanlar ülkenin çıkarını nasıl tarif ederler?
Derler ki, “biz bunları yapmasak ülke bölünür.”
Başka ne derler?
“Biz bunları yapmasak irtica gelir.”
Böyle bir dertleri yoktur aslında.
Dertleri, iktidarda kalabilmek, halkı canlarının istediği gibi ezmek, istedikleri gibi rüşvet alabilmek, bankaları keyiflerince soyabilmektir.
Yeni bir örgüt yakalandı.
Hizb-ut Tahrir.
Dünya çapında bir örgüt bu.
İki önemli özelliği bulunuyor.
Şiddete bulaşmıyor ve “hilafet” istiyor.
Bizim “tahrirciler” geçtiğimiz pazar günü bir eylem yapmadan önce yakalandılar.
Yapacakları eylemde, üzerinde “hilafet istiyoruz” yazan tişörtler giyeceklermiş.
Binlerce insanın “hilafet isteyen” tişörtlerle İstanbul’da dolaştığını düşünsenize.
Yüz Aczmendi’yle “irtica” geleceğine inanan insanlar, bu binlerce insanı görünce dehşete kapılırlardı.
Peki, bu örgütün kimle ilişkisi çıktı?
“İrtica düşmanı olduğunu” söyleyen Ergenekon’la.
Ergenekon örgütünü savunan siyasilerle gazeteciler, bu örgütü savunabilmek için hangi mazerete sığınıyorlardı?
“Ergenekon sanıkları, irticaya karşı olduğu için yakalanıyor” mazeretine.
Bu kadar silahı irticayı önlemek için toprağa gömmüşler, suikastları irticayı önlemek için işlemişler, mafyayla irticayı önlemek için işbirliği yapmışlar, darbe planlarını irticayı önlemek için hazırlamışlar.
Ve, “irtica karşıtı” bu örgütün “hilafet isteriz” diyen bir örgütle ilişkileri ortaya çıkmış.
Danıştay’da “tekbir getirerek” bir yargıcı öldüren katilin davası da Ergenekon davasıyla birleştirildi hatırlarsanız.
Tuhaf bir “irtica” karşıtlığı, değil mi?
Sen irticaya karşısın ama en “irticacılar” seninle çalışıyor.
Sen “bölünmeye” karşısın ama Güneydoğu’daki Kürtlerin, “ne olursa olsun buradan kurtulalım” demesini sağlayacak bombalamalarla suikastlar senin adamların tarafından yapılıyor.
Bakın, bu insanların ne irticayla, ne bölünmeyle bir derdi var.
Bunlar, ülkenin bir kaosa yuvarlanmasını sevinerek karşılarlar ve o kaosu da bizzat kendileri yaratırlar.
Onlar sadece iktidarı, rüşveti, soyma özgürlüğünü isterler çünkü.
Şimdi, devletin bu “derin” kısmı birer birer yakalanıyor.
Dehşet verici bağlantıları ortaya çıkarılıyor.
O zaman ne oluyor?
Birdenbire Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, bunları ortaya çıkaran savcıların görev yerlerini değiştirmek için uğraşmaya başlıyor.
Daha önce yaptıkları ve ilişkileri “gölgeli” bir yargıç, Ergenekon soruşturmasını engelleyebilmek için kendini parçalıyor.
Türkiye’nin artık değiştiğini fark edemiyorlar.
Sanıyorlar ki eski günler devam ediyor.
Sanıyorlar ki derin devletin ilişkilerinin soruşturulması engellenebilir.
Engellenemez.
Bu ülke, “Aczmendi” oyununa bir daha düşmez.
“Hilafet isteyen” grupların “irtica düşmanlarıyla” ilişkisi ortaya çıkarılır.
Bu ülke de o “karanlık derinliğin” dibindekileri görür.
Ahmet Hakan’a not: 28 Şubat döneminde Başbakan Erbakan, “Susurluk fasa fisodur” diyerek derin devletle ilgili soruşturmaların önünü kesti ve kendi “cellatlarının” yanına katıldı.
“Bizden olmayan patates dinindendir” diyecek kadar dini “kendi malı” olarak gören Erbakan ile “kışla” en önemli konuda işbirliği yaptılar. Bu yüzden, o dönemde siyaset sahnesinde iki “farklı” taraf yoktu. Karşı çıkılacak tek “taraf” vardı. O da, Erbakan’ın altına imza attığı bildiriyle yönetime el koyan darbeci generallerdi. O dönemde “tarafsız kalmak”, generallerin yaptıklarına ses çıkarmamaktı. Benim 28 Şubat’ta “tarafsız” kalıp kalmadığımı gerçekten merak ediyorsan... O dönemdeki Yeni Yüzyıl arşivini ve Ağır Ceza dosyalarını okuman, merakını tatmin etmeye yeterli olur.