EĞİTİMİN TEMEL AMACI NE OLMALI?
Devletimizin biz vatandaşlarına verdiği eğitimin en zayıf tarafı galiba tarafsız düşünme yeteneği ve hakkı savunma erdemi kazandıramamasıdır. Yıllarca MEB de tarih öğretmenliği yapmış biri olarak bu durumu öğretmenlik hayatımda çok sık gözlemledim. Öğretmen arkadaşlarımız, öğrencilerimiz tarihteki tartışmalı konularda futbol takımı tutar gibi tarihi olguları ve tarihi şahsiyetleri tutuyorduk. Bu durumu en iyi anlatan bir arkadaşın hatırasını sizlerle paylaşmak istiyorum. Bir Saray, bazen lüks, bazen normal olur mu? Veya şöyle soralım,” Lüks, israf bazen iyi bazen kötü olabilir mi?
Arkadaşımın anlattığı hadise üç aşağı beş yukarı şöyle; “ 1980’lerin ilk yılları idi. M.E. B’ in açtığı “hizmet içi eğitim kurslarından” biri için İstanbul’a gitmiştim. Kursa katılan öğretmenler olarak 13 günlük kursta kendi sahasında mütehassıs hocalardan dersler dinledik. Kursun konsepti gereği birkaç kez de tarihi mekânları gezmeye gittik.
Bu gezilerde İlk gittiğimiz yer meşhur Topkapı Sarayı idi. Devir, hala 12 Eylül havasının toplumu en kesif şekilde etkilediği dönemdi. Atalarımızın dünyayı idare ettiği bu sade mekân, kafaları ön yargı bulutları ile kaplanmış sosyal demokrat, milliyetçi ve eyyamcı(! )öğretmen arkadaşlar tarafından lüks olarak değerlendiriliyordu. Yıllardır öğrenilen eksik bilgilerin oluşturduğu ön yargı neticesinden olsa gerek, her adımda padişahlar ve sarayda yaşayanlara incitici sözler söylüyorlar, onları müsriflikle itham edip, “ Bu ne lüks kardeşim! Bu kadar şatafata gerek var mı? Of, of Boğaz ayaklarının, köşkler, halılar, cariyeler ellerinin altında gel keyfim gel! Gibi teranelerle grubu yanlış yönlendiriyorlardı.
Biz, bir kaç kişi biraz korkuyla, (çünkü devir 12 Eylül devri ve de grupta askeri okuldan gelme subay öğretmenlerde vardı) biraz da azınlıkta kalmanın psikolojisi ile ses çıkaramıyor, ara sıra ; “o kadar da değil kardeşim! Buranın neresi lüks? Koca Cihan Padişahları onlar, bırakında o kadar olsun…” Diye kendi aramızda mırıldanıyorduk. Aslında bu sözleri söylerken çekingenliğimiz o kadar büyüktü ki birkaç kişi hariç bu cümleleri duyan bile yoktu.
Topkapı gezimiz bitti. Otobüslerle Dolma Bahçe Sarayına gittik. Saraya girer girmez gözümüzü gerçekten çok lüks ve şatafatlı bir görüntü bürüdü. Öğretmen arkadaşlar, Top Kapıdaki gibi burada da burayı yaptıranlara, burada yaşayan padişahlara olumsuz sözler söylemeye başladılar. Bu koroya bizde katıldık. Çünkü gerçekten Dolma Bahçe Sarayı, çok lüks, çok şatafatlı, israfın mücessemleştiği bir bina idi. Üstelik de bu saray, Topkapı Sarayının yapıldığı muhteşem ve muzaffer yılların aksine, Osmanlının yıkılış döneminde, halkın fakirlik içinde kıvrandığı bir zamanda, Avrupa ülkelerinden borç alınarak yapılmıştı. Devlet büyük toprak kayıplarına uğrarken, devlet dış borçları bile ödemede güçlük çekerken, halk, ordu perişan bir halde yaşarken Avrupa’dan alınan borçla yapılan bu lüks saray, onu yaptıranlar ve onda yaşayanlar gerçekten kızmayı hak ediyorlardı.
Bizimde kendilerine katıldığımız gören ilerici(!), milliyetçi(!) ve sosyal demokrat(!) arkadaşlar coştukça coştular. Hele de rehberimizin sarayla ilgili ;”… 285 odası ve 43 salonu vardır…Dünyadaki saraylar içerisinde en büyük balo salonu buradakidir…Harem ve Mâbeyn bölümleri arasında yer alan Muâyede Salonu; Dolmabahçe Sarayı'nın en yüksek ve en görkemli salonudur. 2000 m²yi aşan alanı, 56 sütunu, yüksekliği 36 m.yi bulan kubbesi ve bu kubbeye bağlı yaklaşık 4,5 tonluk İngiliz yapımı avizesiyle bu salon, Saray’ın diğer bölümlerinden belirgin bir biçimde ayrılmaktadır. Salonun avizesi, Sultan Abdülmecit tarafından İngiltere’den sipariş verilerek satın alınmıştır…”bilgilerini verince grup olarak hepimiz haklı olarak kızdık.
Sarayı gezmemiz devam ediyordu. Merdivenlerden yukarı kata çıktık. Oradaki odaları rehberimiz bize bir bir tanırken ; “Dolmabahçe Sarayı, hizmete açıldığı 1856 yılından, halifeliğin kaldırıldığı 1924’e kadar Aralıklarla 6 padişaha ve son Osmanlı Halifesi Abdülmecit Efendi’ye ev sahipliği yapmıştır.
1927- 1949 yılları arasında Saray, Cumhurbaşkanlığı makamı olarak kullanılmıştır. Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 1927-1938 yılları arasında İstanbul’daki çalışmalarında Dolmabahçe Sarayı’nı kullanmış ve burada vefat etmiştir. Yatak odası da burasıdır. Şu da onun çok sevdiği Dört Mevsim Tablosudur …” Deyince herkes sustu. Birbirimize baktık. Hepimizin gözü, hem Topkapı Sarayında hem bu sarayda padişahlara sürekli tan eden, onları halktan uzak, lükse düşkünlüklerinden dolayı kötü sıfatlarla anan arkadaşlara döndü. Hepimiz onların ne diyeceğini merak ediyorduk. Onlar, bir sağa baktılar , bir sola baktılar , sonra bize dönerek;” Ama Atatürk vatanı kurtardı. Hem de bu binayı inşa ettiren O değil’” diyerek bizden uzaklaştılar.
Grupta o ana kadar hiç konuşmayan bir arkadaş arkasını dönüp giden arkadaşlara dönerek;” Tarih en adil hükümdar, tarihçilerde o hükümdarın günümüzdeki temsilcileri değil mi? 1927-1938 dönemi halkın çok zengin, devletin pek güçlü olduğu bir dönem mi? Dedi ve ekledi,” Padişahlara haram olanlar Atatürk’e helal mi? Padişahlar için lüks olanlar Gazi için değil mi? Yalnız şurada haklısınız! Evet bu binayı Gazi inşa etmedi. O zaman sadece bu lüks sarayı yaptırana tan etmeli değilmiydik! ”
Şen şakrak başlayan, Osmanlıya, saraylara, orada yaşayanlara bühtan edilerek devam eden gezimiz bu soru ile biraz buruk sona ermişti…”
Yıllar önce dinlediğim bu hatırada da görüldüğü gibi eğitimimizin en büyük açmazı, bizlere objektif düşünme, tarafsız muhakeme ve mukayese etme yetisi kazandıramaması. Bu iş 80’lerde böyleydi de bu gün farklı mı? İnşallah farklıdır. Böyle olmasını dilememin sebebi şudur; Devleti ayakta tutan halktır, halkın adil olmasıdır. Adaletin temeli ise fertlerin hakkı savunması ve gerçeğe bağlı olmalarına bağlıdır. Bu hasletlerde ancak ailede ve okullarda kazandırılır. Bu gün yetişen nesil, seksenlerdeki nesilden daha adil, daha objektif mi? Dileğimiz, eğitimimizin bu gün o günlere göre daha objektif öğrenciler yetiştirecek bir yapıya kavuşmuş olmasıdır.