Türk devletlerinde İslamiyetten öncede sonrada ordu daima devletin ve saltanatın(hükümet) koruyucusu, güvencesi olmuştur. Bununla beraber savaşta ve barışta her an milletinin yanında olmuş, onlara ordunun devlet ve millet için varolduğunu göstermeye çalışmamış bizzat kanıtlamışlardı. Bunun ispatı ise Türkiye'nin yakın tarihinde meydana gelen darbelere, darbelerle birlikte gelen acı günlere,işkencelere, ayrılıklara, sürgünlere rağmen bu millet ordusundan şikayetçi olmamış aksine ordusunu bağrına basmış, peygamber ocağıdır, kutsal bir kuruluştur diyerek saygıda ve sevgide kusur etmemiştir. Bu saygı ve sevgi elbette Türkiye tarihine gelene kadar karşılıklı olmuştur. İster İslamiyetten önceki türk devletlerinde olsun ister İslamiyetten sonraki türk devletlerinde... Bilindiği üzere eski türk devletlerinde baharla beraber başka ülkelere akınlar başlar bu akınlardan elde edilen ganimetler ortak olarak paylaşılır ve hiçbir insana haksızlık edilmezdi. Elbette bu akına katılan askerler toplumun içerisinden gelen kişilerdi. Ordu içerisinde bugün olduğu gibi birçok rütbe sahibi asker ve bu rütbelilerin emrinde olan birçok er bulunmaktaydı. Ancak aldığı rütbe onun ganimet konusunda diğer askerlerden farklı olarak ayrıcalık görmesine sebep olmamaktaydı. İslamiyetten sonra değişen toplum ve yaşayış tarzı yerleşik hayata geçilmesi insanların eskisi gibi akınlardan elde edilen ganimetlerle değil yapılan tarım, ticaret ve karşılıklı alışverişlerle sağlanmaya başlamıştı.
Toplumun dini hayatında meydana gelen değişiklik onlara orduya bir kat daha fazla değer vermeyi ön görmekteydi. Çünkü o dönemlerde ordu tevhidin bayraktarlığını yapmaktaydı. Türk-İslam devletlerinde hazinenin masraflarını azaltmak, tarım topraklarından alınan vergileri düzenli olarak kullanmak ve orduyla milletin arasındaki yakınlığı her zaman korumak için bir sistem geliştirilmiş ve buna 'Tımar Sistemi' adı verilmiştir. Tımar sisteminde, ordudaki askerlerden belirli bir sayıda bakma karşılığında toprak sahibinden vergi alınmaz, bunun karşılığı olarakta tımarlı askerler o bölgeyi ve tımar sahibini dışarıdan gelecek hertürlü tehlikelere karşı korurdu. Elbette bu askerler bölge insanları ile kaynaşmakta, ordu ve millet arasında yakın bir bağ kurulmaktaydı. Ordu o dönemde İslamın bayraktarlığını üstlenmiş, bunun sonucu olarakda halk tarafından kutsal bir kurum olarak kabul edilmişti. Bunun elbette böyle olması gerekmekteydi. Çünkü ordu gerçektende İslamiyetin yayılmasında çok büyük bir rol oynamıştı ve gerçektende peygamber ocağıydı... İşte burdan hareketle insanlar orduya ve mensuplarına çok büyük saygı duyar, ordu ve mensuplarıda bu saygıya gerektiği gibi sevgi göstererek karşılık verirlerdi. Ordu insanlar üzerinde bir zamanların Türkiye'sin de ki gibi korku imparatorluğu kurmak yerine sevgiye ve korumaya dayanan bir etki kurmuştu. İnsanlarını çeşitli işkencelerle yıldırmaya, birdaha belirli konular üzerinde kafa yorup söz söyletmemeye, insanı insan yapan değerlerini elinden alarak hayatını karartmaya çalışan çıldırmış generaller, albaylar, subaylar yerine insanını, toprağını canı pahasına korumaya devletini, liderini, bağlı olduğu milletini kendi canından daha aziz bildiği dinini kollamaya ve her an bunlar için çarpışıp şehadet şerbetini içmeye can atan askerlerimiz bulunmaktaydı... Öyleki askerliğini yapmamış bir gence delikanlı denmez, istiyorsa kız verilmez, eğer babadan kalma bir işi yoksa işde bulamazdı. Askerlik bir bakıma kendini ıspatlama, kutsal vazifesini tamamlayıp belirli bir makama yükselme kurumuydu. Biz Müslümanlar Allah yolunda çarpışarak ölenleri ölü kabul etmez, aksine onların diri olduğuna ancak biz fanilerin onları göremediğimize inanırız. Çünkü onlar Allah yolunda cihat ederken şehit düşmüştür ve şehitlik gerçektende çok yüksek bir makamdır. Yakın tarihimize baktığımızda ordumuzun içerisinde bulunan bu psikolojisi bozulmuş zihniyet belirli bir temelin eseridir. Bir ordunun içerisine siyaset karışmışsa, cuntacılar, darbeciler, akli dengesini yitirmiş generaller bulunuyorsa o ordu gerçektende hiçbir zaman güçlü ve kendisine saygı duyulan bir kurum olmayı beceremez. Bunun çok basit ama bir o kadarda acı olan kendi tarihimizin talihsiz savaşlarından biri olan 1.Balkan Harbi ile kanıtlaya biliriz. Ordu içerisindeki subaylar arasında siyasi anlaşmazlıklar yüzünden zayıf düşen ordu, bu savaşta mağlup olmuştur. Ne acıdır ki bununun sebebini yıllar sonra anlamamıza rağmen eskiden ders almayıp hala ordumuzun ısrarla siyasete bulaşmasına, dengesi bozuk subayların içerisinde dilediği gibi at koşturmasına müsade etmekteyiz ve bunun yanında birde böylelerine destek veren bir kesimide hergün kanallarda izlemekteyiz. Ordu kutsallığını ve değerini yitirirse devletin zaten birşey yapabilecek gücü kalmaz. Bakın, Osmanlıda ordunun ne derece kutsal olduğunu ve kendi görüşüme göre son demine kadar bu kutsallığını ve faziletini kaybetmemesini kaybetmemekle birlikte yeni kurulan devletin temellerine bu fazilet tohumlarının serpilmesinde gerçek manasıyla Müslümanlığın ve İslamın payı büyüktür. İşte özlenen o ordunun kökleri buradadır, İslamda yatmaktadır.
Ordunun ne denli kutsal bir kurum olduğunu ve asla terkedilemezliğinin bulunduğunu İstiklal Şairimiz olan Mehmet Akif Ersoy'un ağzından öğrenelim:
BEN AĞLAMAYAYIM DA KİM AĞLASIN?
Mehmet Âkif bir yaşlı zâtı anlatıyor:
‘’Sultan Ahmet Camiî'ne gidiyorum her sabah..
Ne kadar erken gidersem gideyim mihrabın bir kenarında, saçı sakalı bembeyaz olmuş ihtiyar bir adam ümitsizce, bedbîn durmadan ağlıyor..
O kadar ağlıyor ki ağlamadığı tek dakikayı yakalayamadım.
Nihayet bir gün yanına sokuldum.
Muhterem dedim, Ah Efendim dedim, Allah'ın rahmetinden bir insan bu kadar ümitsiz olur mu?
Niye bu kadar ağlıyorsun?
Bana "Beni konuşturma" dedi, "kalbim duracak".
Ben çok ısrar edince ağlıya ağlıya anlattı.
Dedi ki : "Ben Abdulhamit Cennet mekânın devrinde bir binbaşıydım orduda.
Bir birliğim vardı benim de.
Annem babam vefat edince, servetimiz vardı, payimâr olmasın diye sadarete bir istifa dilekçesi gönderdim.
Dedim ki annem babam vefat etti falan yerdeki mağazalarımız, filan yerdeki gayri menkullerimiz... Bunlara nezaret edecek bir nezaretçiye ihtiyaç vardır.
İstifam kabul buyurulursa, istifa etmek istiyorum.
Biraz sonra bana doğrudan doğruya hünkârdan bir yazı geldi,
İstifan kabul edilmedi.
Öyle anlaşılıyor ki istifa dilekçem padişaha gönderilmişti.
Ben bir daha dilekçe verdim; yine aynı cevap geldi.
Bizzat çıkayım huzuruna şifâhî olarak görüşeyim, bu celâdetli padişah cidden çok celadetli. (yiğitlik, kuvvet ve şiddet).
Ben yaveriyle uzun zaman bir yerde kaldım.
Tuhaf gelir size nasıl sen kaldın diyeceksiniz?
Yaşlı yaveriyle uzun zaman bir yerde kaldım, Abulhamit faytonda giderken faytonun sağındaki solundaki nefes almaya bile korkarlardı, derdi.
Medet Efendi. Allah rahmet etsin evliyaullahtan bir zâttı.
Ben bizzat o celâdetli, haşmetli padişahın huzuruna çıktım.
Hünkârım dedim. İstifamın kabulünü rica edeceğim dedim, durumumuz budur...
Derin derin biraz düşündü. İstifa etmemi istemiyordu, yüzünün halinden belliydi.
Israrıma da dayanamadı, öfkeli bir edayla, elinin tersiyle beni iter gibi
"Haydi istifa ettirdik" seni dedi.
Ben döndüm ve sevinerek geldim işimin başına.
Gece âlem-i manada orduların teftiş edildiğini gördüm.
Gördüm ki son savaşı vermek üzere şarkında ve garbında savaşan orduları bizzat Rasul-i Ekrem teftiş ediyor.
Efendimiz (SAV) yıldızın önünde duruyordu.
Bütün Türk ordusu Aleyhissalatu Vesselam'a teftiş veriyordu.
Osmanlı padişahlarının ileri gelenleri vardı.
Abdulhamit'de edeble, kemerbeste-i ubudiyetle kâinatın Fahr'ının arkasında duruyordu.
Bütün ordular geçti. Derken benim birlik geldi; başında kumandanı olmadığı için darma dağındı.
Efendimiz döndü Abdulhamit'e dedi ki "Abdulhamit! Nerede bu ordunun kumandanı?",
Abdulhamit Han "Ya Rasulallah!, çok istedi, ısrar etti, istifa ettirdik.".
Efendimiz
"Senin istifa ettirdiğini, biz de istifa ettirdik"
buyurdu.
Ben ağlamayayım da kim ağlasın !?..’’
Bu ibretlik anıdan da anlaşılacağı üzere, ordumuz gerçekten saygı duyulacak ve gerektiği önemi görecek kadar kutsal bir kurumdur. Böylesi kutsal bir kurumdan böylesi çatlak seslerin çıkması böylesi bozuk zihniyetlerin bulunması çok üzücüdür. Ordu hiç vakit kaybetmeden özüne dönmeli, dönmüyorsa döndürülmelidir!..
regaib58@hotmail.com