Göktürk Benim için Allah’ın Bir Lütfu, O bana "Anne" olmayı öğretti.
Özgür Deniz KOÇ
Bugün çok özel bir çocuğun çok özel bir annesiyle geldim karşınıza. Kendisini tanımaktan sizler de çok memnun olacaksınız biliyorum. Öylesine kibar, öylesine olgun ve öylesine genç… Özgür Hanım...
“Hoş geldiniz Özgür Hanım, bize kendinizi tanıtır mısınız?”
“Hoş buldum, İsmim Özgür Deniz Koç. Aydın Nazilliliyim. Otizmli bir çocuk annesiyim, şu an Konya’da ikamet ediyorum. Bir süre Kıbrıs’ta ikamet ettik, eşimin ve benim işim nedeniyle. Şu anda da oğlumuz Göktürk'ün durumundan dolayı Konya’da bulunuyoruz. Eşim tayinini Konya’ya istedi. Umudumuz Göktürk’ün bir an evvel düzelmesi. Bir yüksekokul, iki lisans mezunuyum. İlk önce antropoloji, ardından ordoloji bitirdim. Tarih alanında bilim insanı olacaktım, anne olmak gibi bir planım yoktu tabi o zamanlar. O nedenle Pamukkale Çocuk Gelişimi bölümünü yarım bıraktım, pişmanım. Şu anda Adalet okuyorum.
(Fotoğraf: Özgür Deniz KOÇ- Fatma ÇETİN KABADAYI)
“Harika. Sizinle söyleşi yapmamım asıl amacı bir otizmli çocuk annesi olmanızdan dolayı bu konudaki bilgilerinizden ihtiyacı olan annelerin de yararlanmasına vesile olmak. Çünkü yedi yıldır Göktürk ile bu alanda epeyce bilgi birikimine de sahip olduğunuzu biliyorum. Dışardan duyuyoruz ama bu çocukların iyileşeceğini bilmeyenler de var. Hatta down sendromlu çocuklarla karıştıranlar da. Göktürk’ün otizmli olduğunu nasıl fark ettiniz? Buradan başlayalım mı?”
“Şöyle söyleyeyim, aslında otizmli olduğunu hemen fark edemiyorsunuz tabi ki. Kendi çocuğunuz olunca da konduramıyorsunuz. Bir şeylerin yanlış gittiğini fark ediyorsunuz. Mesela Göktürk’ün uyku problemi vardı. Doğduğunda itibaren abartısız söylüyorum en çok on dakika uyurdu. Sürekli ağlama, huzursuzluk… Karşı komşum beş aylık olunca her şeyin düzeleceğini söylüyordu ama bir yaşından sonra biraz düzeldi. On üç aylık olduğunda da konuşmaya başladı. Normalde kız çocukları erken konuşurken erkek olduğu halde konuştu. Hatta bazıları çok zeki olduğunu söyledi çünkü konuşmanın zekâ ile ilgili olduğu söylenir ya hani. Bütün gelişimi normaldi. O sıralar ordolog olarak Kıbrıs’ta çalışıyordum eşim Antep İslâhiye’de idi. Bazen Göktürk ile oraya gidiyorduk. İslahiye’de Göktürk geldiğini çocuklara müjdeliyordu “Göytüy buyda! Göytüy buyda!” diyordu. İki yerde de çok mutluyduk. Topu alıyor, “Topu aydım,” diyor attığında “topu attım,” diyerek sosyal bir şekilde arkadaşlarıyla oynayabiliyordu. Yalnız iki yaşına geldiğinde Göktürk’ün ağzından salyalar akmaya başladı. Konuşma azalmaya, huysuzluk artmaya başladı. Diş çıkardığı için böyle olduğunu düşünüp umursamadık. Ağzına bakıyoruz ama damaklarda kızarıklık, beyazlama da göremedik. Eşim “Bir sıkıntı olmadığını söylüyor ama ben olduğunu ısrarla söylüyordum. Bir gün parka çıktık, Göktürk yürümemeye başladı. Ve af edersiniz tükürmeye, tükürüğüyle oynamaya başladı. Çocukları fark etmiyor, yerleri yalıyor, yüzüme bakmıyor, yapma dediğimde duymuyor. O anda eşim geldi ben ağlamaya başladım. Diğer çocuklara bakıyorum, onlar gayet normal ama Göktürk anormal davranıyor. Konuşmanın bitmesi ve yüzüme bakmaması… "Göktürk’te bir durum var, ne olduğunu bilmiyorum," dedim. "Bir şey yok şımarıklık, naz yapıyor," dedi. Israr ettim, içimin rahat etmesi için doktora götürmeyi kabul etti. Antep merkezde birkaç doktora götürdük. Doktor bizi gülümseyerek hatta dalga geçer gibi dinledi. Bundan altı yıl önce doktorlar otizm tanısını çocuklara çok da koymuyordu. Şu anda yine yanlış yapıyorlar her önüne gelene otizm tanısı koyuyorlar. Bizde bile vardır, her insanda otizm belirtisi vardır. Bu sefer gerçekten otizmli olan çocukların hakkını gasp etmiş oluyorlar. Doktorlar “Sen pimpirikli bir annesin, diğer çocuklarla kıyaslama çocuğunu, gelişimi gayet normal sana naz yapıyor," diyerek gönderdiler. Göktürk'ün bu arada iki buçuk yaşına girmesine bir ay kaldı. Bu arada eşimin tayini Kıbrıs’a oldu. Ben de çalıştığım iş yerinin kreşine götürüyordum Göktürk’ü. Çalıştığım yerdeki hocalarımdan birisi Göktürk’ü gördü. Ve benimle konuşmak istedi. “Kızım," dedi, "senin çocuğunda ters giden bir şeyler var, telaşa kapılma, yanlış da anlama. Tam olarak ben de bilmiyorum ama çocukta otizm gibi bir şeyler var. Ben tanı koyamam, doktoru ben değilim, ama Hacettepe üniversitesinde bir arkadaşım var, seni oraya yönlendirmek istiyorum," dedi. "Ben şüphelendim otizmle ilgili bir hiperaktivite bozukluğu da olabilir" dedi. "Hemen götürün," diye tembihledi. İhtimal vermedim hatta içten içe hocama da kızdım. Otizm ne bilmiyorum, tamamen zekâ geriliği diye düşünüyorum. Aslında yelpazenin bir tarafında o çocuklar da var; ona birazdan değinelim. Götürdük.
Doktor, Göktürk’ü bir hafta boyunca testlere tabi tuttu. Aslında profesör görür görmez tanıyı koydu. Göktürk’e % 95 otizmli çıktı. O anda zaman durdu. İşte orda benim hayatımda bir kırılma oldu hocam. Ondan önceki Özgür ondan sonraki Özgür… Eminim eşimde de böyle bir şeyler olmuştur. Ben oradan çıktım mı bilmiyorum aslında ben orda kaldım inanır mısınız halen zaman kavramım yok, hiçbir şeyin anlamı yok. Uykuyu, yemeyi içmeyi, gülmeyi unutuyorsunuz. Bilmediğiniz bir şeye alışmak zorundasınız. Aslında o zamanlarda hapis oldum. Tadını alamıyorsunuz hiçbir şeyin. Dönüştüğünüz şeyin ne olduğunu siz de bilmiyorsunuz. Bilmediğim tanımadığım bir Özgür olarak oradan çıktım. O bilinmezlikte ilerledik.
Bir süre kabullenemedik.
(Fotoğraf: Göktürk ve Gölge Öğretmeni Ünzile Hanım)
Bir süre kabullenemedik. Otizm nedir diye birbirimize baktık. İnternet kirli bilgi içeriyor. Bazıları üstün zekâlı diyor, bazıları zekâ geriliği. Otizm çok geniş bir yelpaze… Zekâ geriliğinin en alt sınırı da olabiliyor ya da üstün zekânın en üst sınırı da yani deha da olabiliyor. İki uç nokta da ama ortada olanlar da olabiliyor. Genel anlamda kesinlikle üstün zekâlılık değil çünkü bu dünyaya uyum sağlayamıyor, sosyal hayatta başarılı olamıyor. Bunları yapamayan birine de üstün zekâlı demek ne kadar doğru? "Bu çocukların hepsinin ayrı özelliği var," diyorlar ona da katılmıyorum. Bir dizi de bin kişide bir görülen bir hastalığı gösteriyor mesela. Tamam, nadir bir şekli ama toplumun “Bu çocuklardan hiçbir şey olmaz," önyargısından kurtarıyor insanları. Dizi olduğu için… Oradaki çocuğu üstün yetenekli gösteriyorlar. Otizmli çocuklara ne öğretebilirler? Toplum içinde bireysel yaşamayı, kendine bakabilmeyi, öz bakım becerilerini öğretebilirler. Otizmli çocuk taklit ederek öğrenir sadece. Daha ılımlı davranıyor toplum. Düzelme diye bir şey yok ama taklitle öğreniyor. Toplum içinde birden bire çığlık atmamayı, gülünmesi gereken yerde anlamasa da gülmeyi taklitle öğrenebilir. Normal hayata devam edebiliyor ama hastalık geçmiyor. Mesela Göktürk’ün 2,5 yaşında okumayı öğrenmiş olmasını benim tarih kitabımı okurken, hecelerken fark ettik. Okumayı çok hızlandırdı. Şu an matematik de üçüncü evrede, üstelik bunun eğitimini de almadı. Ama bunlar beni mutlu ediyor mu, hayır inanın ki beni mutlu etmiyor. Çünkü ben Göktürk’ün benden ya da başka birine bağımlı olmadan yaşamayı öğrenmesini istiyorum yoksa Göktürk matematik dehası olsa beni ilgilendirmez. Benden sonra kendi ayakları üzerinde durabiliyor mu beni ilgilendiren kısmı bu.
Tabi bazılarının sadece tek bir alanda gerçekten çok iyi olduğu da oluyor. Mesela matematik alanında. Bazıları mükemmel şekilde piyano çalabiliyor. Resim yapabiliyorlar. Dediğim gibi çok güzel bir kitap yazabiliyorlar. Doktor olabiliyorlar. Mesela Ortun Erbaş da Asperger Sendromu var. Bu da tabi hemen belli olmayan bir çeşidi. Asperger sendromu zeki olanlar, yani bir alanda kendini geliştirip sosyal hayata da uyum sağlayabilenler oluyor. Espriye gülmeyi bilmez ama taklit etmeyi öğrenir. Televizyonda izlemiştim, müzik alanında yetenekli Beethoven kulağı olan bir çocuk çıkmıştı, üniversite onu sınavsız almıştı. Yani böyle yetenekli olanlar da oluyor. Sosyal hayata uyum sağlamayı tamamen başarabiliyorsa asperger sendromu oluyor. Fakat yetenekli olup uyum sağlayamayan da hayatını ek başına idare edemeyen de çok oluyor.
“Sizin de aslında gelecekle ilgili kaygınız bu sanırım Özgür Hanım, öyle değil mi? Göktürk iki yıldır bizim okulda kaynaştırma eğitimi alan bir öğrenci. Bu iki yılda büyük gelişmeler olduğunu öğretmen arkadaşlardan duyuyoruz. Öğrendiğine seviniyoruz. Gelecekte her şeyin düzeleceğine gönülden inanıyoruz. Sizin bu konuda korkularınız nelerdir?”
“Evet, en büyük korkum… Şu an her ne kadar matematikte iyi olsa da bunlar benim için önemli değil. Sosyal uyum için endişe duyuyorum. Yani benden sonra hiç kimseye bağımlı olmadan yaşamasını istiyorum. Çoğu şeyi de yapabiliyor. Şu an yedi yaşında. Akademik olarak yaşıtlarından önde ama benim demek istediğim kendi başına hayatı idame etme yeteneği. Bunu öğrenememesinden korkuyorum.”
“Özel eğitim kurumuna da gidiyor aynı zamanda değil mi? O okuldan da biraz bahsedebilir miyiz?”
“Tabi. Buraya yani Konya’ya biz SOBE için geldik. Tohum Otizmin kurucusu olan Bünyamin BİRKAN Hocamız için buradayız. Kıbrıs’ta 30 saat eğitim alıyordu ama hocalarımız orada yeterli gelemedi. Ne yazık ki uyum sağlama olayı orda gerçekleşemedi. Tavsiye üzerine Konya’ya geldik çünkü inanılmaz davranış problemleri vardı. Nasıl desem, tükürüğüyle oynamalar, yerlerde sürünmeler, herkesin içinde kıyafet çıkarmalar, tuvaletini yapmalar, çok çirkin olaylar, affedersiniz tuvaletini yemeler falan. O şekilde hareketleri oluyordu. Dediğim gibi matematik bilmesi işte o yüzden önemli değil.”
“Fakat şu anda öyle bir davranışları yok. Söylenmese sınıfta özel bir çocuk olduğu anlaşılmıyor.”
“Evet, çok düzeldi. Bünyamin Hocamın sayesinde bunları aştık. Bir buçuk yıldır Göktürk bunları yapmamayı öğrendi. Çünkü SOBE' de çok düzenli bir eğitim var.”
“Fakat sobe ücretli bir okul. Bayağı yüksek fiyatlı sanırım. Yani durumu çok çok iyi olan ya da varlıklı ailelerin götürebileceği, eğitim alacakları bir kurum değil mi?”
“Evet, ücret olarak yüksek bir okul… Herkes gidemiyor.”
“Yani birçok çocuk mağdur oluyor. Hatta saklayanlar oluyor mu, bazıları çocuğunun durumunu kabullenemiyor diye biliyorum, yanılıyor muyum?”
“Çok çok çok… Hatta kendi kendine tanı koyanlar var. ‘Benim çocuğum otizmli, tahmin ediyorum, ama aşırı zeki benim çocuğum” diyen var, ya da "benim cennetim garantili, Allah onu böyle yaratmış ben onun kaderine müdahale edemem’ diye düşünen var. Dediğim gibi ‘benim çocuğum çok zeki olduğundan böyle davranış sergiliyor’ diyenler var. Hâlbuki eğitim aldırmayarak çocuklarına en büyük kötülüğü yaptıklarının farkında değiller. Bu çocukların sosyal uyumu öğrenmeleri, taklit etmeleri lazım. 12 yaşına kadar ne verebilirse bu çocuklar için o kadar iyi. Beyin o yaştan sonra bazı şeyleri kapatıyor. O yaştan sonra daha zor öğreniyor. Mesela bir masada oturmayı beş yıl sonra öğreniyor. Orda bir öğretmenimiz daha var. Şerife Hocamız. Bakın bu noktada şunu da ilave etmek istiyorum. Özel eğitimci olmak önemli değil. Önemli olan bu çocukları sevmek ve gönülden bir şeyler yapmak için çabalamak. Bünyamin hocamla çalışan Şerife hocamız da "yönergelere uyarak kendi çocuğum gibi çabalayacağım," dedi ve birlikte birçok şeyi başardılar. Mesela artık kafasını yerlere vurmuyor, kanlar akmıyor. Anlamsız çığlıklar atmıyor, tuvaletini yemiyor. Göktürk de bunları yendik ama sonra kaynaştırma eğitimi zamanı geldi.
(Fotoğraf: Göktürk Babasıyla...)
“Evet, çok zor bir süreç. Eğitim kurumlarında sınıf mevcuduna göre kaynaştırma öğrencisi alınır. Sınıf mevcudunun onda biri kadar. Yani yirmi kişilik sınıfa iki kaynaştırma öğrencisi alınabilir. Bu süreçte ne gibi zorluklarla karşılaştınız?”
“Birkaç okuldan resmen kovulduk diyebilirim. Kırk dakikalık ders aldığımız okullarda “Bugün bağırdı, bugün camı açtı,” gibi şikâyetlerle karşılaşıyorduk. Ne anneyi ne babayı ne gölge ablayı kabul ettiler. Başka bir okulda da stajyerlerin olduğu sürece gelmesine izin verdiler üç stajyer vardı ve onlar Göktürk’ü görür görmez “Allah kahretsin yine geliyor,” şeklinde kulağımız duyacak şekilde konuşuyorlardı. Sınıfta da kollarını açıp sadece çocuğu köşede bekletiyorlardı. Çocuk haliyle bunalıyor, yerinden kalkması yasak. Biz kapıda bekliyorduk. Orda da Müdür bey özel çocuk istemediğini dile getirdi ve oradan da kovulduk. Ama almak zorunda oldukları kanunlarla belli. Alacağını ama ilerde sınıfın düzenini bozduğuna dair rapor dolduracağını söyledi. Öyle olunca da o yıl kaynaştırma eğitimi iptal oluyor. Oradan da ayrıldık. En son başka okula gittik, beni içeri aldılar ama hiçbir şeye müdahale etmemem kaydıyla. "Sadece çocuğunuzun olumsuz davranışlarında müdahale edebilirsiniz" dendi. Göktürk’ün elindeki tahta oyuncağı alıp başına vuran bir çocuk vardı ve kimse müdahale etmiyordu. Kendimi tutamadım. Annesiniz sonuçta. Onlar canını yandığını bilse de kafasını tutmasını, kendini korumasını bilemiyor. Böyle bir işkenceye nasıl dayanabilirim, nasıl sessiz kalabilirim? "Tatlım lütfen yapma," diyerek oyuncağı elinden aldım. Öğretmene hemen geldi, elimden oyuncağı sertçe alıp mimiklerle dalga geçercesine, sinir etmeye çalışırcasına “Benim çocuğum o...” diyerek çığlık çığlığa Müdürü çağırdı. O da üstüme yürüdü, bir an dövecek sandım. "Ben normalde konuşmam ama acıdık, sizi buraya aldık," dedi "siz benim öğretmenimin sınıfına müdahale ediyorsunuz," dedi. ‘Beni döveceksiniz her halde’ dedim üstüme yürüdüğü için. Çünkü elini kaldırarak konuşuyor. “Konuşma! Konuşma!” diye bağırdı. Göktürk’e ‘haydi gidelim’ dedim ilk defa orada Göktürk benim komutumu aldı ve elimden tuttu. Sevineyim mi üzüleyim mi bilemedim. “Düşmez kalkmaz bir Allah,” dedim öğretmene ve çıktım. Hatta "ayakkabılarımızı verin bari" dediğimizi hatırlıyorum. Bir taraftan da ağlıyordum. Bazı insanları, çirkin şeyleri yapanları Allah’a havale ediyorum. Kaynaştırma eğitimi işin en zor kısmıydı.
“Peki, Selçuklu Anaokulu’na gelişiniz nasıl oldu?”
Artık umudumuzu kaybetmiştik onu ne bir parka ne de başka bir okula götürmek istiyordum. Zaten ihtimalde vermiyordum artık. Kaynaştırma eğitimi adını bile duymak istemiyordum. Fakat taklit yeteneği için bu şartı. Eşim, Asuman Hanım’a -kendisi özel eğitimci- ona durumu anlattı O da İl Milli Eğitim Müdürü'ne anlatmış. İl Milli Eğitim Müdürü, Kaynaştırma okulu bulmanın Türkiye’de çok zor olduğunu dile getirip tavsiye edebileceği tek bir okul olduğunu söylemiş. Selçuklu Anaokulu. Benim hiç ümidim yoktu ama yine. Eşim, Okul Müdürü Mehmet Erdal Bey'le görüşmüş, işlemleri yaptırmış. “Haftaya başlayacak," dediğinde ben umutlanamadım. Bir ayağım gidiyor bir ayağım gitmiyor, elim ayağım titreyerek gittik okula. Fatoş Görgülü Kart ilk öğretmenimiz idi. “Buyurun” dedi, beni de sınıfa davet etti, ben şaşırdım. "Öyle mi ben de girebilir miyim?" dedim, “tabi ki” dedi. Göktürk’le girdik. Önce sınıfı dağıttı, her şeyi döktü saçtı, ben çok mahcup oldum. Bir yandan toplamaya çalışıyorum bir yandan Göktürk’le ilgilenmeye çalışıyorum. Dedim ki "her halde ilk ve son günümüz burada da." Fatoş Hocam güler yüzle "lütfen rahat olun Özgür Hanım," diye beni rahatlattı. Çünkü oğlumun ellerine hafifçe bir kaç kez vurdum yapmasın diye. İlk günden öğretmenle tartışmak istemiyordum tabi. O zamanlar Göktürk sadece babadan komut alıyordu. Durumu söyleyince "o zaman babası gelsin yanına," dedi. Babasını çağırdık. Biliyorsunuz, bizim kanuni haklarımız var, belli bir izin hakkı var bu durumda çocuğu olan memurların. Haftalık belirli bir süre. Eşim izin alıp geldi, ben de kapıda bekliyorum. Süre doldu. Eve gideceğimiz zaman Fatoş Hoca yine güler bir yüzle: ”Özgür Hanım, ders saatini artırmak ister misiniz?” diye sordu. O zamanlar bir saat gidiyorduk sadece. "Vallahi hocam" dedim "çok iyi olur tabi ama kovulmazsak" dedim. "Böyle bir şey kesinlikle olmaz," dedi ama inanamadım. Çünkü insanlar değişebiliyor. Eve giderken eşime "Ben bu okula bir hafta veriyorum, sen ne kadar veriyorsun?" diye sordum, O da "Ben bir ay veriyorum," dedi. Bir ay bir aydır diye düşünüyoruz tabi. Kumar masasına oturduk gibi. Bir ay oldu, iki ay oldu. Bu arada anaokuluna gittikçe bazı şeylerin olumlu yönde değiştiğini fark ettik. Öğrencilerle hazırladığı bir gösteride öğretmenimiz Göktürk’ün durumundan velilere bahsetti, çocukların Göktürk’ü kabul ettiğini söyledi. Öğretmen bunu yapınca veli de kabul etti ve o günden sonra Göktürk inanılmaz değişti. Arkadaşları sınıfta ona sarılıyor, öpüyordu. Sevdikleri belliydi. Göktürk'ün göz teması arttı. “Totoş” demeye başladı. “Tiş vay, tuvalete gidelim” “Baba” demeyi, dinlemeyi, komut almayı, sandalyeye oturmayı öğrendi. Algılarının açılması için ilaç da kullanmaya başladık bu arada. Eğitiminde % 50 anaokulunun geri kalanının da SOBE ve ilaçların etkisi olduğunu söyleyebilirim. Okulda öğretmenlerle aile gibi olduk. Tarif edilemez bir mutluluk. Gölge ablasıyla -Ünzile öğretmeniyle- ile birlikte derslere giriyor, ondan komut alıyor, Yasemin öğretmenimizin önderliğinde her şey güzel gidiyor. Bahçede ders yapıldığında dışarda nasıl davranması gerektiğini de öğreniyor. Öğretmenlerin ilgisi çok çok güzel. Ben bu okula gelmeden önce sinirli, stresli, tamamen içine kapanık, her şeye ağlayan, küsen biriyken şimdi mutlu ve güzel hissediyorum, umutlu biri oldum. Onların hem oğluma hem bana inanılmaz destekleri var, öylesine kucakladılar ki bizi, ilgileri sevgileri beni de olumlu olarak etkiledi. Yasemin Atılgan öğretmenimizle bu yılı tamamlamak üzereyiz. Ona da buradan çok teşekkür ediyorum.
(Fotoğfraf: Selçuklu Anaokulu'nda Kukla Oyunu izlerken Göktürk'ün poz vermesi istendiği an)
“Evet, aslında ben bir de tepkileri sormak istiyorum Özgür Hanım. Çevreden çocuğa karşı olan tepkiler size de yansıtılıyor mu?"
“Zaten beni en çok yoran, yıpratan çevredekilerin tepkisi. Hani özel annelerin yükü ağır derler ya hayır. Çevre beni daha çok yoruyor. Çocuğum beni çok yormuyor. Mesela parka götürüyorum. Hemen çocuklar “Neden konuşmuyor bu çocuk?” diye soruyor, onlar çocuk tabi kötü niyet aramıyorum elbette, ardından anneler, çocuklarını oğlumdan kaçırıyor, “Yavrum, gel bu tarafa, gitme onun yanına,” diyorlar."
“Aslında bilmedikleri için. Toplumumuz bilinçsiz. Onun zarar vermeyeceğini bilseler böyle davranmazlar.”
“Evet, cehalet de var. Bilenlerden bazıları da boynuma sarılıp “Allah senden sonraya bırakmasın,” diyorlar kim çocuğunun kendinden sonraya kalmamasını ister?”
“Aslında kendi çapında iyi bir dua ettiğini sanıyorlar. Bizler bazen düşünmeden lafın nereye gideceğini hesap etmeden konuşabiliyoruz. Bunlar sizi üzmesin lütfen Özgür Hanım.”
“O farkı ayırt edebiliyorum elbette. Bazıları da önce soruyor sonra boynuma sarılıyor ağlamaya başlıyor, “ay canım ya, bunlar ne kadar yaşıyor, bunların ömrü ne kadar oluyor?” gibi sorular soruyorlar. Sürekli gelip size fikir verenler, otizmi anlatanlar. Bunu en yakından tanıyan benim. Yedi yıldır içindeyim. Öneride buluyorlar, "şunu yedir bunu yedir" gibi. “Çok mu televizyon izlettiniz?” gibi sorular. Bakın, Otizm çok televizyon izlemekten de olmaz. Çoğu doktora göre otizm genetiktir. Mesela "sigara içen kanser olur" derler. Hayır, kanser geni varsa sigara sadece tetikler. Her sigara içen kanser olmaz. Bazıları “karnındayken bilemedin mi?” diye soruyor. Otizm anne karnında belli olan bir hastalık da değil. İki yaşına kadar kesinlikle anlayamazsınız. İki yaşından sonra bariz özelliklerle kendini belli ediyor. Göz temasının bitmesi en belirgin özelliği. Konuşmanın bitmesi, yürüyememe gibi. Çocuk sizi hiç duymuyor. Odaklandığı hiçbir şey yok. Tabi bazıları odaklanabiliyor ama Göktürk’te o da yoktu. Sürekli sallanıyordu.”
“Fakat her geçen gün Göktürk’teki gelişmeler çok güzel, daha belirgin... Peki Otizmden neler öğrendiniz?
“Otizimden çok şey öğrendik. Göktürk’e çok şey öğrettik desek de aslında biz Göktürk’ten çok şey öğrendik. En ufak şeylerden mutlu olmayı, hayatın anlamını öğretti. Onun bir karpuz yemesi mesela; aman Allah’ım bu nasıl bir mutluluk! Fatma Hocam ile şu an bir bardak çay içmek mesela. Küçük şeylerden mutlu olmayı, kıymetini bilmeyi öğretti. Belki otizmli bir çocuğum olmasa bunlar benim için sıradan olacaktı ve otizm bana anne olmayı öğretti her insan anne olamıyor, evet annelik içgüdüsel. Sorumluluk sahibi olmayı, kendime bakmayı öğretti. Çünkü ben olmazsam Göktürk olmaz, anne baba olmazsa çocuk olmaz. Yani Göktürk, bana her şeyden önce ata olmayı öğretti. Otizmin de güzel yönleri de var. Bunu ben Allah’ın bana verdiği en büyük lütuf olarak görüyorum. Allah bana tekrar seçme hakkı verse “her şeyi başa aldık, hadi bakalım istediğin çocuğu seç” dese inanın şu anki durumuyla yine Göktürk’ü seçerdim.”
“Özgür Hanım özel eğitime ihtiyaç duyan çocuklar için devletin de sunduğu bazı hakların olduğunu konuşmuştuk mesela okul ücretinde indirim ya da taşıt alırken fiyat düşmesi. İzinler, toplu taşıma araçlarına ücretsiz binme gibi. Bunları kötüye kullananlar oluyor mu? Karşılaştığınız oldu mu?”
“Kesinlikle. Çocukta hiçbir şekilde otizm belirtisi yok ama rapor almış, sahte bir rapor almak onlar için çok kolay. Göz teması yok denince doktorlardan bazıları hemen otizm tanısı koyup rapor veriyor. Ya da doktordan baskıyla alan var. Doktor da uğraşmayayım da vereyim gitsin diye düşünüyor. Bir sene bile dolmadan raporu iptal ettirdiğini görüyorsunuz. O arada imkânlardan en üst düzeyde yararlanmış elbette. Bir bakıyorsunuz çocuk şakır şakır konuşuyor hatta espri yapıyor. Otizmli çocuk espri yapamaz sadece taklitle gülmeyi öğrenebilir.”
“Yani başkalarının haklarını yemiş oluyorlar.”
“Evet, dışarda bu hak için bekleyen gerçek ihtiyaç sahibi kişilerin haklarını ihlal etmiş oluyorlar.”
“Ben Göktürk’ü yeni tanıdım, ona emeği geçen tüm öğretmenlere ben de teşekkür etmek istiyorum buradan. Özel eğitimin adını batıran öğretmenler olsa da görevini özveriyle yapanlardan Allah razı olsun diyorum.”
“Evet, çok yaşadık, çok farklı öğretmenler gördük. O da ayrı bir konu.”
“Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ediyorum, her zaman yanınızda olduğumuzu bilmenizi istiyoruz. Ben Göktürk’ün çok iyi yerlere geleceğine gönülden inanıyorum. Hatta belki dediğiniz gibi ilerde bir opera sanatçısı olacağını düşünüyorum.”
“İnşallah hocam. Ben de sizleri tanıdıktan sonra daha umutlu daha mutlu oldum. Bunlar sizin gibi öğretmenler sayesinde oluyor. Şu an burada sizinle olmak çok güzel. Ben de teşekkür ediyorum.”