Oruç, diğer ibadetlerden pek çok bakımdan ayrılan benzersiz bir ibadettir. Orucun benzersizliği, öyle kolayca geçiştirilecek türden bir özellik değildir. Orucun benzersiz olması ile Allah'ın benzersiz (misilsiz) olması arasında yakîn, derûnî bir irtibat vardır.
Şûrâ sûresinin 11. âyet-i celîlesinde Rabbimizin benzersizliği, "O'nun benzeri / misli bir şey yoktur" (Leyse kemislihî şey'un) ifadesiyle dile getirilir. Allah'ın eşi, ortağı, benzeri yoktur.
Ramazan orucunun benzersizliği ile Allah'ın benzersizliği arasındaki bu hayatî irtibat, hem "Ramazan" kelimesinde, hem de "oruç / savm, sıyam" kelimesinde kendini gösterir.
"Ramazan", Allah'ın (cc) esmasından biridir. Ve Allah'ın "Es-Samed" ism-i şerifiyle aynı anlama gelir: Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir. Allah, beslenmekten münezzehtir.
Oruç, tek kelimeyle, "tutmak" demektir. Biraz daha deşmek gerekirse, oruç, kişinin kendisini yeme, içme, cinsî münasebet gibi bütün beşerî eylemlerden uzak tutması, tenzih etmesi, dolayısıyla ilâhî mertebelere ulaşması, yakınlaşması anlamına gelir. Başka bir ifadeyle, oruç, beşerî özellikleri terk etmek, böylelikle ilâhî özelliklerle donanarak Allah'a yaklaşmak ve yükselmek demektir.
Nitekim, oruç âyetinin (Bakara-185) hemen ardından gelen 186. âyette Rabbimiz, oruç ibadetiyle birlikte, oruçlunun Rabbine nasıl yakınlaştığını, bu "yakınlık, yakınlaşma" meselesini şöyle izah eder: Kim beni hatırlarsa (anarsa, zikrederse, çağırırsa), beni hatırlayanın hatırlamasını ânında işitir, ona icabet ederim.
Meallerin handiyse hepsinin, bu anma, zikir, hatırlama ve çağırma fiillerini, "dua" kelimesiyle karşılayarak, âyetin anlamını tersyüz ettiklerini müşahede ettim. Ayette "dua" sözcüğü kullanılmıyor oysa. Dua sözcüğünden türeyen anma, zikir, hatırlama ve çağrı anlamlarına gelen "da'vet" ve "dâî" sözcükleri kullanılıyor. Burada zikir ve şükür sözcüklerinin anlamları çerçevesinde Allahu Teâlâ, kullarıyla ilişkisine ilişkin bir izahatta bulunuyor: "Kullarımdan sana beni sordukları vakit, (onlara) de ki, ben, kesinlikle onlara yakınım. Beni ananın anmasını (veya zikredenin zikretmesini, ya da "çağıranın çağırmasını") anında işitir ve icabet ederim. O hâlde benim davetime uysunlar ve bana inansınlar; umulur ki 'doğru yolu bulurlar' (yürşidûn)".
Burada kastedilen anlam, dua değil, Allah'ın davetine icabet anlamında zikirdir ve zikrinde üç türünden sözedilebilir: Lisanî zikir, kalbî zikir ve bedenî zikir.
İşte oruç'ta bu üç zikir de aynı ânda sözkonusudur: Bu durum, hem orucun benzersizliğini, hem de oruçlunun Allah'a, Allah'ın da oruçluya nasıl yaklaştığını ve yakınlaştığını gözler önüne serer.
Orucun benzersizliği, çok iyi bilinen ama ne anlama geldiği konusunda pek fazla imal-i fikir edilmeyen şu hadîs-i kudsî'de de açıkça dile getirilir: "Oruç, bana aittir ve orucun mükâfâtını ben vereceğim."
"Orucun Allah'a ait olması" ne demek peki? Oruçlunun yeme, içme vesaire gibi beşerî eylemleri terk etmesi, beşerî eylemleri terk etmesi ölçüsünde de ilâhî özelliklere yak/ın/laşması demektir bu.
Başka bir ifadeyle, kişinin nefsiyle, beniyle, arzularıyla, hırslarıyla yüzleşmesi, hesaplaşması, beşerüstü bir düzleme yükselmesi; kendinden geçerek kendine gelmesidir.
Kişinin kendinden geçmesi; nefsini, nefsânî özelliklerini terk etmesi... açlığı tecrübe ederek, beşerî özelliklerini terk etme ameliyesini tecrübe ederek kendisiyle, eşyayla, diğer insanlarla, varlıklarla yakînen, yani ayne'l-yakîn irtibata geçerek ilme'l-yakîn ve hakka'l-yakîn mertebelerine yalnızca bilfiil değil, bilhal vâsıl olmasıdır; böylelikle nefsini terbiye ve tezkiye ederek, arınmış, aşkınlaşmış, eşyayla, bin bir türlü hallere dûçâr olan insanların hâlleriyle bütünleşmiş olarak kendine gelmesi, kemale ermesidir.
Sonuçta, oruçlu kişi, hele de bihakkın oruç tutan kişi, vücudun / varlığın bütün hâllerini, vicdanı ve vecdi aynı ânda tecrübe eder, bizzat yaşar ve aşkın özelliklerle donanarak adeta yeniden doğar hayata.