Ve beklenen oldu, Suriye’de çarpışan silahlı güçler Irak içlerine kadar savaşı taşıdı. Bu süreçten sonra Suriye ve Irak’ın eskisi gibi olamayacağını söylemek kâhinlik olmasa gerek, nihayetinde sınırlar değişecek ve yeni yeni devletler çıkacak ortaya.
Ortadoğu’da ki sınırların 20. Yüzyıl egemenlerince cetvellerle kendi menfaatleri icabı oluşturulduğu bilinen bir gerçek; fakat bir gerçek daha var ki suni olarak oluşturulan sınırlara sahip ülkelerden kaos ve istikrarsızlık hiç eksik olmuyor. Bu durum egemenlerin lehine olsa da bölge halkları için tam bir yıkım olmuştur.
Bu istikrarsızlığın sonunun nereye varacağını şimdiden kestirmek zor; Fakat, dini motivasyonlara sahip silahlı güçlerin katliamlarının daha bir süre devam edeceğini ve bölgenin tabiri caizse kan gölüne döneceğini (ki şimdi aynen de öyle) hepimiz biliyoruz. Çünkü İslam coğrafyasında mezhep, etnik ve sınıfsal temelde mücadeleye katılan o kadar gurup var ki saymaya kalksak zor biter.
Üzücü olan bu katliamların dini ve de mezhebi eksende meşrulaştırılmaya çalışılması. Allah, bırakın bir Müslüman’ı bir masum gayrimüslimin bile kanını helal kılmamışken; İslam adına böylesi cinayetleri savunabilenleri anlamak çok zor. Gerçi kan üzerinden siyaset anlayışına bizlerde yabancı değiliz ama hiç bu çapta olmamıştı, en azından yakın zamanlarda.
Tüm bu olan bitenlerden anladığımız; bölge halklarının sınırlarına, yaşam şartlarına, yönetim biçimlerine ve daha sayamadığımız onlarca sebebe karşı memnuniyetsizliklerinin olduğudur. Bölge insanı batı toplumlarında ki refahı ve özgürlüğü kendisinin de hak ettiğini düşünüyor artık. Doğal kaynaklarının uluslar arası tröstlere peşkeş çekilmesine ve elde edilen gelirin ülkede ki belli bir elit kesim arasında bölüşmesine isyan ediyor ve hakkı olanı istiyor. Dinini ve kültürünü yaşamak ve yaşatmak istiyor. İslamcı gurupların bunca isyanı ve katliama varan hareketlerini açıklayabilecek en doğru tanım bastırılmışlık ve yok sayılma duygusudur ve de tabi ki bu durumun birlikte getirdiği sorunsal dini anlayışlardır.
Yeni toplumsal düzende en küçük dini, etnik ve mezhepsel guruplar bile en temel insani gereksinimlerini engelleyici her türlü kanun ve gücü yok etmek istiyor. Bura da ki paradoks bu gurupların gücü ve yönetimi ellerine aldıklarında öncüllerine rahmet okutacak yönetim tarzlarına bürünmeleridir. Günümüzde eline gücü geçiren gurupların uyguladıkları katı ve de katliama varan uygulamaları bu paradoksun işaretlerini taşıyor.
Tabi ki bu durumun müsebbipleri yalnızca bunu yapanlar değildir. Bu coğrafya neredeyse bir buçuk asırdır gizli veya açık batı ve “batıcı” elitlerin yönetiminde. En kadim medeniyetlerden beri birlikte yaşama kültürünün en güzel örneklerini gerçekleştirmiş Ortadoğu halklarının batlı(cı) aydınları tarafından tüm entelektüel birikimleri nerdeyse yok oldu. Birlikte yaşama kültürü diye bir anlayış nerdeyse ütopik bir yaşam olarak algılanmaya başlandı ve sonuç her türlü farklılığa tahammülsüz toplumlar oluştu ve de en üzücü olan da bu anlayışların İslam ile meşrulaştırılması oldu.
Militarist, milliyetçi yaklaşımlar, kutsallaştırılan devletsel objeler hep birilerini ötekileştirme üzerinden gerçekleştirildi. Ötekileştirilen ve ötekileştirilirken de her türlü yaşam hakkı ihlal edilen toplumsal guruplar bu kaosun nerdeyse merkezinde yer alıyor. Fakat ötekileştiren anlayışlar hala buna devam ediyor.
Şimdi her kes aklını başına almalı ve yeniden düşünmelidir ve bunun zamanı gelmiştir. Ya birlikte yaşayacağız eşit bir şekilde ya da ayrışacağız. Hangisi daha karlı olur bilemem ama ayrışmanın her zaman çok kanlı olduğunu şimdilerde yakinen görüyoruz ve hiç kimse, hiçbir gurup bu kaostan nasibini almadan çıkamaz.