Ordumuzu, kurum ve tüzel kişilik olarak tenzih ederek soruyorum:
Ordu bugünkü hale nasıl düşmüştür?
Bunun birinci sebebi, 1950'li yıllarda oğullarının bir kısmını askerî liselere ve harp okullarına göndermeyen Müslümanların gafletidir.
Çok iyi hatırlıyorum ve biliyorum, o tarihlerde Müslümanlar en parlak, en zeki, en kabiliyetli, en vasıflı çocuklarını tıp ve mühendislik fakültelerine yolluyorlardı. Çünkü o meslekler gözdeydi, onlarda çok para, itibar ve refah vardı. Dindar, muhafazakâr kesim, Hacı Beyler orduyu, subayları tutmuyorlardı. Çocuklarını askerlik kariyerine sokup da niçin harcasınlardı?
Sonunda olan Türkiye'ye oldu. Devlet, ülke ve halk olarak...
Tabiat boşluğu sevmez...
1950'li yıllarda -çok iyi hatırlıyorum- sokaklarda, nakil vasıtlarında, lokantalarda, her yerde üniformalı subaylar görülürdü. Bugün kışla ve askerî daire dışında bir tek üniformalı subay göremezsiniz. Ordu halktan ve toplumdan kopmuştur.
50'li yılların ikinci yarısında Ankara'da bir grup arkadaş aylık İslâm mecmuasını çıkartmaya başlamıştık. İdarehanesi, Hacı Bayram Camiinin karşısında Millî Mücadele yıllarından kalma eski bir binadaydı. O tarihî camide bazen üniformalı subayların, başlarında beyaz namaz takkeleriyle ibadet ettiklerini görürdüm. İsmini unuttum, uzun boylu bir yarbay vardı, bazen cami içinde Yunus Emre'den ilahiler okurdu. Sesi gür Zekai efendinin imamlık yaptığı günlerdeydi.
Bugün ne Hacı Bayram Camiinde, ne de başka bir İslâm mabedinde üniformalı bir subayı, başında takke olduğu halde namaz kılarken görebilirsiniz.
Yine 1950'li yıllarda Ankara İlahiyat Fakültesi'nde üniformalı askerî öğrenciler "Moral subayı" olarak yetişmek üzere tahsil görüyorlardı. Bazılarıyla görüşürdüm.
Nice askerî birliklerde camiler ve mescidler vardı. Beş vakit ezan okunur, cemaatle namaz kılınırdı. Kıraati düzgün, ilmihal bilgisi namaz kıldırmaya müsait hâfız bir er imamlık yapar, bazen dindar birlik kumandanı onun arkasında safa dururdu.
50'li yılların sonunda DiyanetBaşkanlığı'nda iki yıl kadar kadrolu mütercimlik yapmıştım. Başkanlık Opera binasına yakın bir yerdeki tarihî binadaydı. Karşısında, Samanpazarı'na çıkan yolda Deniz Kuvvetleri Kumandanlığı binası bulunuyordu. Diyanet binasında Cuma namazı kılınmazdı ama Deniz Kuvvetleri binasının mescidinde kılınırdı. Cuma vaktinde kapılar herkese açılır, isteyen içeriye serbestçe girer ve namazını kılardı.
Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde talebelik yıllarımda sık sık askerî doktor yüzbaşı Erzurumlu Dursun Aksoy ağabeyin evine gider gelirdim. Kendisi Nakşibendî tarikatine mensup son derece sofu ve dindar bir kimseydi. Adanalı Sami Efendi hazretlerine mensuptu. Yukarıda bahs ettiğim İslâm dergisi kurucu ve idareci heyetine mensuptu. Yazın en sıcak günlerinde nafile oruç tutardı. Bir vakit namazını aksatmazdı. Hanımı misafirlere çay hazırladığı vakit kapıyı tıklatır, beyi hemen seğirtir, tepsiyi onun elinden alır, çayları dağıtırdı. Yani kaç göçlü bir Müslüman aileydiler. Birkaç yıl önce Dursun bey Medine-i Münevvere'de 90 küsur yaşında rahmet-i Rahman'a kavuştu. Nur içinde yatsın.
Ordunun bozulması o menhus, o uğursuz, o katil 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra başladı. Nihayet bugünkü korkunç günlere geldik.
Orduyu tenzih ederek yazıyorum: Dinsiz bir çete:
Askerî okullara başı örtülü annelerin,
Sakallı babaların,
Dindar ailelerin,
Namaz kılan ana babaların çocuklarını almadı.
İnanır mısınız, ismi Abdüsselam olduğu için Sünnî Müslüman kökenli gençler bile alınmadı.
İnançlı bir Müslüman olmak,
Namaz kılmak,
Oruç tutmak,
İçki içmemek,
Nâmahrem kadın ve kızlarla düşüp kalkmamak,
Dans etmemek suç sayıldı.
YAŞkararlarıyla nice çok başarılı ordu mensubu, bütün hakları ellerinden alınarak meslekten atıldı. Ordudan atılanlara iş veren belediyeler tehdit edildi.
Orduevlerine başörtülü kadın ve sakallı erkek sokulmadı.
İnanmayacaksınız, bir askerî okulda bir öğrencinin dizlerini muayene etmişler, gizlice namaz kılıyor ve dizinde nasır gibi bir alamet oluşmuş mu diye.
En sonunda ordu Müslüman halktan koptu.
İsrail'den temin edildiği söylenen bilgisayarlarla ülkedeki dindarları fişlemeye başladılar.
Dindar Müslümanları devlet ve Cumhuriyet için tehdit ve tehlike olarak gördüler.
28 Şubat'tan sonra kız yurtlarına baskınlar yapıp, bazı kızların saçlarını acaba peruk takıyor mu diye çekiştirdiler.
Gerçek demokrasinin karşısına vesayet demokrasisini çıkarttılar. Türk halkının temel haklarına karşı resmî ideoloji heyûlası engelini diktiler.
Hepimiz gördük: Son Cumhuriyet bayramında Çankaya Köşkü'ndeki resepsiyona gitmediler, kendileri paralel bir resepsiyon yaptılar. Neymiş, Cumhurbaşkanının eşi başörtülüymüş.
Ortada korkunç bir kriz vardır. Bu krizin birinci sorumlusu bundan elli altmış sene önceden başlayarak çocuklarını askerî mekteplere göndermeyen Müslümanlardır.
Bu kriz nasıl çözülür?.. Bu konuda şu yetmiş milyonluk millet içinde, işe yarar çare ve çözüm üretecek beş kişi bile çıkmaz sanırım. O beş kişiyi bulmalı ve doğru dürüst bir rapor hazırlatmalı.
Bu yapılmaz ve hemen harekete geçilmezse ileride çok vahim hadiseler olabilir.