Kayseri’nin Yeşilhisar ilçesinde büyüdüm. Henüz 15 yaşındaydım. Rahmetli babam nereye giderse ben de beraberinde giderdim. Elim biraz işe yatkın olduğu için, babam da beni yanına götürmekten hoşlanırdı. Yani beraber olmak her ikimizi de mutlu ederdi.
Babam, buğdayını biçmek için kabala bir harım bulmuştu. Yevmiye usûlü değil, götürü usûlü demek istedim. Götürü usûlde, biçilecek buğday tarlasının genişliğine bakılarak “ben burayı şu fiyata biçerim” dersiniz. Tarla sahibi de bir fiyat verir ve pazarlık ederek bir miktarda anlaşırsınız. İsterseniz bir günde, isterseniz beş günde bitirebilirsiniz. Yevmiye usûlünde ise, işe başlamanın ve paydos etmenin belli saatleri vardır. İş arasında yemek ve diğer molalarla sonunda, ancak belirlenmiş yevmiye ücreti alabilirsiniz.
Babamın kabala (götürü) aldığı harıma (ağaçlık alandaki tarla) saat 6:30 civarında vardık. Ben eşeği otları gür olan bir yere bağladım. Akşama kadar da inek için bir heybe ot yolacaktım. Bana düşen iş bu kadardı. Geri kalan vakitler oyun oynaşla geçiyordu. Bazen babamın dinlendiği saatlerde tırpan denemelerim olmuyor değildi tabii ki.
Bütün iş babamın omuzlarındaydı ve bismillah deyip başladı. Bir günde bitmeyecek bir işti ama, o kararlıydı bu gün bu tarlayı bitirecekti. Tarla tam 4 dönümdü, yani 4000 m. kare. Öyle vaktine kadar hiç dinlenmeden nerdeyse yarısını biçmişti. Bir namaz ve yemek molası verip hiç beklemeden tırpana sarılmıştı. Bir saat kadar daha çalıştı ve beni yanına çağırdı. Yanına vardığımda tırpanın tam sapa bağlanan kısımdan kırıldığını gördüm. Tırpanı saptan ayırıp “yavrum, hemen eşeğe atla ve Yeşilhisar’a giderek bu kırılan yeri kaynattır gel. Ben de sen gelinceye kadar dinlenirim. Sen gelince de bir gayretle, gün de batsa burayı bitiririm inşallah” dedi.
Ben eşeğin palanını çekip, üzerine atladığım gibi Yeşilhisar’ın yolunu tuttum. Nerden baksanız 5 km. lik yoldu. Sadece gidiş ve gelişim iki saat sürecekti. O zamanlar kazamızda bu tür tamir yapan bir veya iki yer vardı. Ahraz ağabeyi ile beraber çalışan Osman beyler vardı, ben tırpanı onlara götürdüm. Kaynatma işinin çok süreceğini zannederek, biraz da çocukluğun verdiği haleti ruhiye ile eşeği orada bir yer bulup bağlayarak, oyun oynamaya gittim.
Babamın yanına tekrar döneceğimi de unutarak, kaynakçıya tam iki saat sonra dönmüşüm. Aslında, işin de o kadar süreceğini düşünüyordum. Meğer, 5-10 dakikalık bir kaynatma işiymiş. Bana kaynakçı da söylemedi ki; ”Buradan ayrılma 5 dakika sonra tırpanınızı vereceğim” deseydi, belki de ben orada beklerdim. O adamcağız da böyle söylemek zorunda değil tabii, herkesin kendi işini takip etmesi lâzımdı. Tamircinin yanına geldiğimde; “Çocuğum nerdesin, bu tırpanın işi iki saat önce bitti” dedi. “Tamam teşekkür ederim, eline sağlık amca dedim.”
Tırpanı tamirciden alıp yola koyuldum ama, içime bir kor düştü. “Mutlaka tırpanın çok kısa sürede kaynak yapılıp bana teslim edileceğini babam da bilir” diye düşünüyordum. O zaman bir mazeret uydurmalıydım, bir yalan bulmalıydım. O bir saatlik yolda fazla geçmeden bir yalan bulmuştum. “Tamircinin bir işi sebebiyle dükkânında yoktu, ancak iki saat sonra geldi ve bende onu beklemek zorunda kaldım.” Evet, yalanı bulmuştum; babam neden geç kaldığımı sorduğunda, böyle söyleyecektim.
Babamın yanından ayrıldığımda saat 15 civarı idi. Döndüğümde ise saat 19 olmuştu. Daha yanına varır varmaz; “hayırdır yavrum, neden geç kaldın” diye sordu. Ben de hazırladığım yalanı söyledim. “Tamircinin bir işi sebebiyle dükkânında yokmuş, 2 saat onun gelmesini bekledim babacığım” dedim. Bunun üzerine bana nasıl baktığını unutamam. “Bunu senden beklemiyordum, bana yalan söyleyeceğini hiç ummuyordum, çok çok üzüldüm” dedi. “Ne demek istiyorsun baba? Gerçek söylüyorum” dedim. Babam bana tekrar baktı, “Senin buradan gidişinden bir saat sonra Halim amcan yanıma uğradı, o da keserini tamir ettirmek için aynı tamirciye gitmiş. Tamirci bizim tırpanın kaynağını yaptıktan sonra onun keserini tamir etmiş. Tamirci o arada Halim amcana “Yahu, Hacıhasanın oğlu tırpanı bırakıp gitti, halbuki kaynağı hemen yaptım, sen de görüyorsun, ama çocuk ortalarda görünmüyor” demiş.
Birden ne kadar büyük bir suç işlediğimi anladım ve babama gerçeği itiraf ettim. Babam beni üzgün bir şekilde dinledikten sonra; “Şu anda çok kızgınım ama sana değil, kendime. Ben, seni bu yaşına kadar hiç dövmedim. Sen sıkıştığın her zaman yalan söyleyebiliyorsan, demek ki ben iyi bir baba olamamışım. Babasına yalan söyleyen bir çocuk yetiştirmişim. Benim tırpanı hazırlamam, ekin biçmeye yeniden başlamam epey zaman alır. Zaten akşam oldu. Ben tırpanımı da omzuma alıp, eve yaya gidiyorum. Giderken de neyi yanlış yaptığımı düşüneceğim!” dedi. Babama “Ama baba çok yorgunsun, ne olur gel eşeğe bin” dediysem de dinletemedim.
Babam ne özür dilemelerime, ne önüne geçip “babacığım bir daha yapmayacağım” demelerime kulak asmadı. Onu hayâl kırıklığına uğratmıştım ve hayatımın en acı veren derslerinden birini almak üzereydim.
Babam tozlu yollarda yürümeye başladı. Ben de arkasından eşekle izliyor; durmadan özür diliyor, eşeğe binmesini rica ediyordum. Ama, beni duymazdan geliyor; sessiz, düşünceli, üzgün yürümeye devam ediyordu. Babamı eve kadar takip ettim, tam bir buçuk saat. Babamın hem beden, hem de duygu olarak bu kadar acı çekmesine şahit olmak hayatımın en üzücü ve acı veren tecrübesi olmuştur. Aynı zamanda en büyük hayat dersini de bu olaydan aldığımı söylemeliyim. O günden buyana hiç yalan söylememeye özen gösterdim.
Dt. Abdülkerim Karaağaç