Osmanlı Devleti’nin devamlılığını sağlayan îman, ahlâk ve bunların temelini oluşturduğu muhteşem ve mükemmel içtimai yapının manevi membasını(kaynak), hiç şüphesiz Kur’ân ve sünnet teşkil etmektedir. İslâm tarihinin sahabe devrinden sonra en ihtişamlı safhasını teşkil eden Osmanlı Devleti, devlet ricalinin başı olan padişahından çobanına kadar bütün halkının Allah sevgisi ve peygamber aşkıyla temayüz ettiği bir devletti. Yaratılana, yaratandan ötürü sevgi ve merhamet nazarıyla bakılması; yetim, garip, yoksul ve kimsesizlerin hor görülmeyip değer verilmesi; bütün dünyaya rahmet ve şefkat üslûbunun bilfiil sergilenmesi gibi hususiyetler, Osmanlı tebaasının her daim düstur edindiği mefhumlar olmuşlardır. Tabii ki bu hususiyetler İslam'ın vazettiği değerlerden mütevellitti.
Osmanlının pir-ü pak olan ahlâk anlayışını, takdire şayan ve nevi şahsına münhasır olan içtimai yapısını isterseniz ecnebi seyyahlardan dinleyelim:
Osmanlı topraklarında dokuz yıl kalan A. Brayer diyor ki:
“Müslüman Türkler arasında hayânın bir neticesi olarak kibir ve gurur adeta yok olmuştur. Çünkü kibir ve gurur, İslâm’ın pek şiddetli bir şekilde yasakladığı menfiliklerdendir.”
Henri Mathieu:
“Türklerde eşsiz bir hazine mâhiyetinde mevcûd olan nâmus ve ahlâk anlayışını tasdik etmemek büyük bir haksızlık olur. Onlar, doğruluğu, fazîletin temeli olarak kabul eden ve verdiği sözü de mukaddes bilen kimselerdir.”
Bertrandon de la Broquiére:
“Türkler birbirlerine saygı duyan iyi niyetli insanlardı. Yemek yerken çoğu zaman görmüşümdür, yanlarından bir fakir geçiyorsa onu kendileriyle birlikte yemek yemeye çağırıyorlardı. Bu bizim hiç yapmadığımız bir şeydi.”
Viguier:
“Sohbet ederken ifâdeleri vecîz ve telaffuzları da pek temizdir. Tebessümlerinde incelik ve el hareketlerinde ayrı bir zerâfet ve sâdelik vardır. Ecnebîleri en çok hayrette bırakan cihet, bir kaçının birden konuşmayıp, yalnız birinin söz söylemesidir. Konuşan, umûmiyetle sözünü pek kısa tutar. Dinleyen de, söz bitene kadar güzel bir dikkat hâlindedir. Birbirlerine karşı fikirlerini hürmetle müdâfaa ederler.”
Kıymetli dostlar, günümüzde nezaket heyhattır ki kaybettiğimiz bir değer olarak karşımıza çıkıyor. Günümüz insanı ile bir Osmanlı vatandaşının edep, hayâ, nezaket kısacası adab-ı muaşeret telâkkisi o kadar farklı ki! Örneğin, alelade bir Osmanlı vatandaşının, alelade bir cumhuriyet vatandaşı arasındaki nezâket farkı, bakınız salt ölüme bakışta dahi nasıl ayan beyan zuhur ediyor:
Osmanlı'da vefat eden birisi için kullanılan şu güzelim ifadelere bakınız lütfen;
"Can kuşunu uçurdu, Cennete kavuştu, Canını kurban etti, Dâr-ı bekâya irtihâl etti, Dünyasını değiştirdi, Ecel şerbetini içti, Kulağının dibi sarardı, Hak'ka yürüdü, Ölüm kapısını dövdü, Edebiyete göçtü, Rahmet-i Rahman'a kavuştu, Sizlere ömür oldu, Yensiz gömlek giyindi, Azrail sinesine kondu, Kalıbını dinlendirdi, Gerçek hayata gözlerini açtı, Merhum oldu, Ömrünü size bağışladı, Ruhunu teslim etti, Yatağından kalkamadı” vs.
Hele bir tanesi var ki, onun sona sakladım: Malumunuz, kâinatın efendisi âlemlere rahmet olan
peygamberimiz 63 yaşında vefat etmiştir. Bu sebepledir ki, Osmanlı'da yaşı 63'ü aşmış olanlara yaşları sorulduğu zaman o kişiler "haddi aştık" diye cevap verirlerdi.
Aman yarabbi şu nutka tutukluk veren nezakete, şu edebe, şu her tarafından incelik fışkıran ifadelere bakınız lütfen!
Ya şimdi?
Günümüzde bu ifadelerin yerine kullanılan ifadeler mide bulandırıcı cinsten değil mi sizce de? İşte bunlardan bir kaçı: “Öldü, hayatını kaybetti, yaşamını yitirdi, geberdi, nalları dikti, tahtalıköye gitti, eşek cennetine gitti” vs. Bu ifadeler aslında nezaketsizliğimizin, basitliğimizin ve zevksizliğimizin malumu ilâmından başka bir şey değil!
Sadece bu kadar değil tabii ki?
Ocağı söndürmek deyiminin kötü bir manaya sahip olması saikasıyla "ocağı söndür" demek yerine "ocağı dinlendir" denilirdi. Yakma fiilinin de keza kötü bir manaya haiz olması sebebiyle "ocağı yak" demek yerine "ocağı uyandır" denilirdi.
Neler yok ki? Herhangi bir kitap okunulduğu zaman şu kitabı okudum demek yerine "şu kitabı ziyaret etmek nasip oldu" gibi mütevazı bir ifade kullanılırdı.
Hülaseten denilebilir ki; İmparatorluk vârisi olan bizler, bırakın ilmi ve teknik terakkiyi, geçiniz nezaketi, henüz konuşmayı dahi beceremiyoruz. Dünyanın en çok argo kelime kullanan, en çok küfür eden halklarından biriyiz. Belki de birincisiyiz. Neden? İslam’ı hakiki manada yaşayamıyoruz da ondan; birbirimize tahammülümüz kalmamış da ondan; kendimizi ifade etmekte nakıs kalıp, kısa yoldan küfre başvuruyoruz da ondan…
Sebep ne olursa olsun, birilerine “Azamette rekor üstüne rekor kıran ecdadın, rezalette hudut tanımayan varisleri” deme fırsatını vermeden hüviyet-i asliyemize dönmeliyiz. Bize de bu yakışır!