Son sahnede, Haluk Bilginer'in canlandırdığı Hacı Gümüş, "Ben cehaletten kaçtım, sonunda cehalet gelip beni buldu" gibi bir cümle sarf ediyor 'New York'ta Beş Minare' filminde. Konuyu senaryolaştıran Mahsun Kırmızıgül'ün de kendisine 'hayat felsefesi' yapması gereken bir söz o. Biraz daha bilgiyle yola çıksaydı birinci sınıf bir filme imza atmış olabilirdi.
New York'ta Beş Minare'yi seyredilebilir kılmak için her şeyi yapmış Kırmızıgül aslında. Hiçbir masraftan kaçınılmadığı belli. Filmin Türkiye'de ve ABD'de çekilen aksiyon sahneleri her türlü iltifatı fazlasıyla hak ediyor. Yerli-yabancı sanatçı kadrosu da en iyilerden oluşuyor. Müzikler canlı ve filme değer katıyor. 120 ülkede gösterilmesi planlanan 800 kopyayla gösterime giren bir film bu ve aksayan tek yönü dışında titizlikle de kotarılmış.
İnsan "Keşke aynı titizlik senaryo yazımı aşamasında da gösterilseydi" demekten kendini alamıyor. Filmde aksayan yönlerin hemen hepsi filme temel teşkil eden öyküden kaynaklanıyor. O yüzden Türkiye ve Türkiye'nin inanç dünyası hakkında ne kadar önyargı varsa, onların hepsini biraz daha besleyebilecek bir film çıkmış ortaya.
Mahsun Kırmızıgül filmin konusunun nezaketini ve yanlış yorumlara sebebiyet verebileceğini düşünmüş düşünmesine, kendince tedbirler de almış. Daha en başta Ali Sürmeli'nin başarıyla canlandırdığı gözü yaşlı bir hocaefendi gönüllere su serpen sözler söylüyor, nur yüzlü müritlerinin önünde... Filmin başkahramanı da âyetler, hadisler okuyor, Mevlana'dan, Yunus'tan, hatta Said-i Nursi'den güzel sözlerle İslâm'ın 'barışçı bir din' olduğu mesajını vermeye çalışıyor.
Ancak kurbanlarının boyunlarını koyun boğazlar gibi kesen, polislere gözü kapalı kurşun yağdıran, insanları şiddete ve kan dökmeye sevk eden tipleri nereye oturtacağız? Hizbullah? Tabii bir Türkiye gerçekliğiydi Hizbullah; ancak hangi Türkiye'nin ve neyin gerçekliği? Hizbullah'ın cirit attığı dönemin en belirgin özelliği olan 'derin' ilişkiler ağını imayla bile hissettirmeden, kan dökücü 'dinci' cânilerin serbest atış alanı gibi görüyoruz filmde ülkemizi...
Sadece ülkemizi olsa, yine iyi... Kolları ABD'ye kadar uzanıyor bu ağın ve filmde hep olumluyu temsil eden kişinin çevresini bile etkiliyor. Birbirinden haberdar ve güpegündüz FBI'ın zırhlı aracından zanlı kaçıracak kadar örgütlü bir Amerikan Müslümanları 'çetesi' de var filmde.
Zaten ne yok ki?
Biraz daha fazla bilgiyle yola koyulmuş olsaydı senaryo üzerinde çalışanlar, filmlerine yansıyan hemen bütün tiplerin Amerika'daki belli bir kesimin önyargılarına çok yakın düştüğünü fark ederlerdi: "Müslüman olan herkes teröre meyyaldir, birbirleriyle dayanışma içine girerler, kanun ve kurallara uymak diye bir dertleri yoktur, inançları uğruna cinayet işlemekten dahi çekinmezler..."
Türkiye'de işkence yapıldığı, kan davasının hâlâ süregeldiği, İslâm uğruna en kanlı eylemlerin tasarlanıp icra edildiği, din adına kan dökmeye fetva veren dinadamlarının varlığı... Bunlar da aynı çevrelerin ülkemize dönük önyargıları...
Filmde her şey bu önyargılara uygun gelişiyor.
Haklarını yememek için senaryo üzerinde çalışanların bu önyargıları hafifletmek için hayli çaba gösterdiklerini bir daha belirteyim; bu amaçla eklenen sahnelerin eğreti durmasını ve filmin akışını yavaşlatmasını bile göze alarak...
En fazla Hacı Gümüş tiplemesiyle verilmeye çalışılmış İslâm'ın ve Türkiye'nin olumlu yüzü; ancak onu da çeşitli yan unsurlarla ehlileştirerek... Boynunda haç kolye taşıyan Hıristiyan bir eşi var; kızını da bir Hıristiyan gençle kilisede evlendiriyor 'olumlu Müslüman'... Zaten çocuk yaştayken kaçıp sığındığı ABD'de yaşıyor uzun yıllardır, memleketine hiç gitmemecesine...
Daha az önyargı ve daha fazla bilgiyle oturulsaydı senaryo masasına, dünyanın her tarafında izlenilebilecek muhteşem bir film ortaya çıkarılabilirdi. Hiç değilse montaj öncesinde konulara vâkıf birileriyle ciddi fikir teatisinde bulunulsaydı, ufak tefek rötuşlar da belki işe yarayabilirdi. Ancak, bu haliyle, New York'ta Beş Minare, Türkiye ve İslâm konusunda kafaları zaten karışık olanların zihinlerini biraz daha bulandırabilir.