Tanzimat’tan Meşrutiyet’e Dilde Sadeleşme Sorunsalı
Tanzimat devrinde, dönemin aydınların en çok üzerinde durdukları meselelerin başında dilin sadeleşmesi meselesi vardı. Osmanlı Türkçesine çok fazla Arapça ve Farsça kelimelerin devşirildiğini nazara veren Ali Suavi’ye göre; ‘’ Arabiden âlim ve kâtib lügatlerini alıp sigaları gibi zabtetmişiz; amma ceminde ketebe ve küttab ve ulema demeğe mecbur değiliz; alimler katipler diyebiliriz.’’[1]Dilimize giren her Arapça kelimenin bire bir aktarılmasına karşı çıkmakta; eğer öz dilimizde bunun karşılığı varsa bunların kullanılmasının daha doğru olacağına değinmektedir. Ahmet Mithat Efendi, Ali Suavi’yi bu hususta; ‘’Türkçe güvercin ve örümcek gibi lügatler dururken, kebuter ve ankebut gibi Arapça, Farsça lügatler koyarak…’’[2] sözleriyle desteklemekte fakat bu konuda daha da ileri giderek gerçek bir lisanımızın olmadığını dile getirir. ‘’Türkistan’dan bir Türk ve Necid’den bir Arap ve Şiraz’dan bir Acem getirsek, edebiyatımızdan en güzel bir parçayı bunlara okutsak hangisi anlar? Şüphe yok ki hiç birisi anlayamaz. …. O parçayı bize okudukları zaman biz de anlayamıyoruz.’’[3] Böylece Ahmet Mithat dilimizin anlaşılmamasına dair düşüncesini aktarırken; Ali Suavi’nin aksine dilimizde köklü ve ciddi bir ıslah çalışmasının yapılmasından yana bir tavır sergilemiştir. ‘’İnsan dilsiz yaşayamaz. Milletimizin terakkisini istersek her ferdin bülbül gibi şakıması için kendilerine kolaylık göstermeliyiz.’’ Sözleriyle de durumun ciddiliğini beyan etmektedir.
Namık Kemal ise sair aydınların dilde sadeleşme konusunda ki görüşlerini kabul etmekle birlikte, Arapça ile Farsçayı dilimiz için bir güç bir fazilet olarak görmüştür. Dolayısıyla Türkçenin üç dilden birleşmiş olmasını gücüne bir kanıt olarak göstermektedir. Bu düşüncelerini: ‘’Ya edebiyatımızda böyle üç büyük lisanın muhasenatı mümteziç… lakin madem ki ecza-yı lisanımızın en büyüğü olan Arabide….’’[4] gibi sözlerle dile getirmiştir.
20. yüzyıla gelindiğinde dilde sadeleşme meselesi daha da alevlenmiş, işin içine edebiyat ve edebiyatçılarda dahil olmuştur. Bu dönemde en dikkat çeken grup tasfiyecilerdir. Fuat Köseraif’in temsilciliğini yaptığı ve Hüseyin Cahit Yalçın’ın da içinde bulunduğu bu grup; dilimize girmiş olan bütün yabancı kelimelerin (Arapça ve Farsça kastedilmekte) çıkarılarak yerlerine Türkçe karşılık bulunması fikrindedirler. Bu konuda Hüseyin Cahit Yalçın: ‘’Ne vakte kadar ötekinin berikinin edebiyatını taklid edüp duracağız?.... Bugün çar ü naçar Avrupalaşıyoruz. Giydiğimiz pantolon nasıl ki Avrupa’dan gelmişse, edebiyatımızda mutlaka patalonun geldiği yerden gelecektir.’’[5] sözleriyle tasfiyeci olan grubun fikri sahada haritasını da çizmiş olmaktadır. Onlara göre Arapça ve Farsçadan dil tamamen soyutlanmalı yani Doğuya kapılarını kapatmalı, buna karşın; Batıdan gelecek her türlü kelimelere de açık olduklarını açıkça beyan etmektedir. Bu tasfiyeci grubun bu dönemin başlarında sayıları pek azdır. Fakat Cumhuriyet devrine gelindiği zaman tasfiyeci grup ciddi bir taraftar toplayacaktır.
Tasfiyeci gruba karşı Arapça ve Farsçanın gerekliliklerini dikkat çeken aydınlara değinecek olursak; Tasfiyeci gruba karşı olanların başında Ebuzziya Tevfik, Ali Kemal, Ahmet Reşid, Emrullah Efendi ve Velet Çelebi gibi zatlar gelmektedir. Arapçayı iyice öğrenmeden Türkçeyi doğru yazmanın mümkün olmadığını sık sık dile getirmişleridir. Ayrıca ‘’Arabın Türklüğe, Türkçeye mahsus, mevrus feyzini, usaresini emmezsek lisanımıza bilhakkın neşv ü nema veremeyiz.’’ ‘’Evet, Arabiden, Farisiden lafzan istifazaya şiddetle muhtacız.’’[6] gibi sözleriyle de dilimiz için Arapça ve Farsçanın elzem olduğunu nazara vermişlerdir.
Ebuzziya Tevfik ise ‘’Bugün her kelime-i Arabiyye yerine bir kelime-i Türkiyye ikame etmek isteyenler, düşünmüyorlar mı ki böyle bir teşebbüs bizim için din, mezhep, ima, namus, hamiyyet, gayret, iffet, ismet gibi sıfatın cümlesinden tecerrüd etmedikçe mümkün değildir.’’[7] yazısının devamında her kelimeye dinimizden veya geleneğimizden gelen bir mana yüklemiştir, eğer bu kelimeleri değiştirirsek o manaları da o değişim ile kaybedeceğiz demektir diyerek ciddi bir konuya temas etmektedir.
Bu konuda daha itidalli görüş beyan edenler ise dilimizin belli koşullarda Arapça ve Farsçadan istifade edebileceğini fakat Arapça ve Farsça istilasına karşı ciddi tavır alanlar olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Bu düşünceye sahip olan aydın kesim bir hayli fazladır, öncülerini sayacak olursak; Ahmet Rasim, Ahmet Mithat, Şemsettin Sami ve Necip Asımdır. Lisanımıza gereksizce giren Arapça ve Farsça kelimelerden ciddi rahatsızdırlar. Şemsettin Sami, ‘’Arabiden mehuz ‘kalem’ gibi sade, fasih herkesin anladığı bir kelimemiz varken ‘hame’ veya ‘yeraa’ gibi lügat-i garibeyi niçin kullanıyoruz.’’ [8]sözleriyle yerinde kullanılan yabancı kelimeleri desteklemekte fakat, ‘’Evvela, bir şeyin Türkçe ismi varken, onu terk edip de, Arabi ve Farisisini kullanmayalım: ‘et’ dururken ‘lahim’, veya ‘guşt’, ‘pirinç’ dururken ‘erz’, ‘odun’ dururken ‘hatab’ demeyelim ve yazmayalım…. Yazmak dururken tahrir etmek tabirine ne lüzum var?’’[9] sözleriyle de gereksiz kelime kullanımına karşı çıkmaktadır.
Esasen dilde sadeleşme, tasfiyecilerin dediği şekilde olursa dilde fakirleşme ve dilin fesahatini kaybetme yolunu açmaktadır. Bu meselede en muteber görüş itidal ile meseleye bakanlarınkidir. Nitekim asırlar boyunca Arapça ve Farsça ile yoğrulmuş olan Türkçenin bu kelimelerden arınması pek mümkün değildir. Mesela, dilin Arapça ve Farsça kelimelerden arınmasını savunan 19. yüzyıl tarihçilerinden Esat Mehmet Efendi, bu düşüncelerini şöyle dile getirmektedir.
Ve hakikatte bu böyledir ki, sözümüze birçok yardımı olan Arabi ve Farisi’yi aradan çıkarıp, lisanımız olup şakin çoğunun Türkçesi metruk olmakla bulamadığımız elfazı getirerek, lafzı az ve manası çok lakırdıları güzelce meydana koymak ve belagat ve fesahati bu yola sokmak ve bu kalıba yerleştirmek doğrusu bir büyük iş ve bütün halkın beğendikleri ve anladıkları kolaylığa gidiştir ki, sehl-i mümteni dinmekle sena olunsa sezadır.[10]
Dilin sadeleşmesinin savunulduğu bu yazıya dikkat edilirse takribi 13 Arapça ve Farsça kelimeyi ihtiva ediyor. Haliyle artık bu kelimeler Türkçeleşmiştir. Dilimize giren bu kelimeleri ayrıştırmaktan ziyade kendi dilimizmiş gibi kabul etmek en doğrusudur.