Asr-ı Saadet, Hazreti Peygamberimiz Efendimizin (Salat ve selâm olsun O’na) devridir. O devirde yani efendimizin yaşadığı zaman ve mekânda herkes her yönden mutlu, insanların hiçbir sıkıntısı yok ve hiç ağlayan dertli kişi olmadığı için mi “Asr-ı Saadet”tir?
Hayır! O devirde de birçok dertli insan vardı. İnsanların birçoğu fakirdi, türlü dertler vardı... Ama en büyük dert, Allah’ın insanlara imtihan dünyasının bir icabı olarak verdiği en büyük musibet; imansızlık yani Allah’ı tanımamaktır.
Allah’a ortaklar koşmak, Allah’tan başkasından yardım istemek, insanın yaratılış formülüne aykırı işler yapmak hep imansızlığın eseridir ve bunların getirdiği sıkıntılar yani dertler, tüm dertlerin hem menşei hem de en kötü olanıdır.
İşte bu en büyük, en kötü dert, hazreti Fahr-i kâinat Resûl-i kibriya efendimiz (s.a.v)’le birlikte sona ermiştir. Yani o (s.a.v) zuhur edince insanlık bu en büyük dertten kurtulmanın reçetesini elde etmiş, o en güzel hazık hekime (canım kurban olsun onun yoluna) uyanlar ebediyyen kurtulmuştu... İşte “Asr-ı Saadet” bu yüzden o devrin ismi olmuştur....
Mehmet Akif merhumdan Cuma va'zı ve düşündürdükleri
Ey cemaat-i müslimin! Belki işitmişsinizdir. Hazret-i Aişe Radıyallahu anha validemize Peygamberimiz Sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin ahlâk-ı seniyyelerini hülâseten beyan buyurmalarını rica etmişler. Ümmü'l mü'minîn Efendimiz de: “Kur'an okuduğunuz yok mu? (o okuduğunuz Kur'ân var ya) İşte o Nebiyy-i Muazzam'ın ahlâkı, baştan başa Kur'ân idi” buyurmuşlar. Yani Peygamberimizin bütün harekâtı, sekanatı tamamıyle Kitabullah'a uygundu. Ona zerre kadar aykırı düşecek hiç bir tavrı, hiç bir hali görülmemişti, yoktu. Ümmet için Peygamberini mukteda tanımak; onun siretini, onun mesleğini kendisine örnek edinmek lazım değil midir? Elbette lazımdır. O halde bizler “Yoksa sizler Kitabullah'ın bir kısmına iman ediyorsunuz da diğer kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” tarzındaki itab-ı ilâhiye hedef olmamak için aklımızı başımıza almalıyız. Demin dediğimiz gibi dinin bir küll olduğunu ve bu küllü dağıtıp iki üç cüz'üne sarılmakla tam müslüman olamayacağımızı kafalarımıza iyice yerleştirmeliyiz.
Namazlar, zekatlar, oruçlar, haclar, teâvünler (yardımlaşmalar), vatan-ı İslâm'ı müdafaa için hazırlıklar, cihadlar; tefrikadan, şakavetten çekinmeler, vahdetler, uhuvvetler; bir birine karşı merhametler, şefkatler, fisebilillah infaklar (karşılığı yalnız Allah'dan beklenen bağışlar) ... hepsi ayrı ayrı farzdır. Ayrı ayrı borçtur. Namaz kılmakla zekat sakıt olmaz. Hacca gitmekle cihad borcu ödenmez. Müslümanlar arasında tefrikalar, şikaklar çıkaran bir adam için verdiği zekat hiç bir vakit Allah'ın azabına karşı fidye-i necat olamaz.
Elhasıl biz vüs'umuz yettiği kadar çalışacağız. Ma'mafih bu söz de fazladır. Çünki İslâm'ın hiç bir teklifi yoktur ki mâlâyutak olsun, yani takat getirilemeyecek derecelerde ağır bulunsun. Evet, İslâm yüsr dinidir, kolaylık dinidir. Aleyhisselatü vesselâm Efendimiz, “hiç şübhe yoktur ki, bu din sırf kolaylıktır” buyuruyorlar. Ümmet-i merhumenin mükellef olduğu gerek mâli, gerek bedeni bütün ibadetler tedkik edilirse görülür ki hep onun menfaatine, kendi hayrınadır. Yoksa Cenab-ı Hak Ganiyyün ani'l âlemin'dir; senin benim, şunun bunun ibadetimizden, taatımızdan külliyen müstağnidir, biz o ibadetlere, o taatlara muhtacız. Her gün tekrar tekrar Sûre-i İhlâs'ı okuruz. “Allah'us samed” deriz. Samed ne demektir, biliyor musunuz? Kendisi bütün kâinattan müstağni, hiçbir hususta kimseye muhtac değil; bütün kâinat her hususta O'na (c.c) muhtac, O'na müftekır (ondan dilenen fakir, muhtaç).
İhtimal abdestler, gusüller, namazlar, oruçlar, haclar, zekatlar, teâvünler, sa'yler, mücahedeler sana ağır geliyor da “Keşke din sırf vicdânî bir akîdeden ibaret olsaydı, hiç böyle bir takım teklifler bulunmasaydı!” diyorsun. Acaba bu emirlerin zımnındaki menfaatleri düşünüyor musun? Acaba kendi sıhhatini, kendi safvet-i vicdanını, kendi rahatını, kendi huzurunu, hülasa kendi insanlığını ve dolayısıyle bütün cemaatin saadetini, selâmetini te'min için bu ilâhi teklifleri yerine getirmekten müstağni kalabilecek misin? İyice bilmelisin ki, senin insan olman için, insanca ölüp gitmen için hakiki Müslüman olmandan başka çare yoktu. (Mehmet Akif Külliyatı, Cilt 9, sayfa: 326-328, Hikmet Neşriyat, 1992)
Merhum Akif'in nefis va'zından –uzun olduğu için– sadece bir bölümünü aktardım. İnşaallah yararlı olmuştur. Günümüzde böyle edebî, böylesine ilim ve hikmet yüklü va'zları verebilecek ne bir babayiğit imam, ne de bir edip hatip kalmıştır...
Günümüz Asr-ı Saadet devri değil. Zaman olarak da zemin olarak da uzak kaldık a kutlu asra.. Hasan-ı Basri hazretleri (kdsrh) buyuruyor ki, “Siz onları görseniz deli derdiniz, onlar sizi görse bunlar zındık (kâfir) derlerdi...”
Osmanlı ecdadımız ne kadar da yakınmış Asr-ı Saadet’e. Mekke Şafiî Reisü’l-uleması Zeyni Dahlan hazretleri Fütuhat-i İslâmiye Tarihi adlı eserinin Osmanlılar bölümünde “Hulefa-i Râşidîn’den sonra Kitap ve Sünnete en uygun İslâmî devlet Osmanlı devletidir” demektedir. (Bu zatı Vehhabîler hiç sevmezler. Çünkü “Ed-Dürretü’l-seniyye fi’r-Reddi’ale’l-Vehhabiyye” adında bir reddiye kitabı yazarak Vehhabîliği çürütmüştür.)
Cuma’nız mübarek olsun. Cuma’lar hayırlara vesile olsun. Cuma’dan Cuma’ya da olsa bizleri dualarızdan eksik etmeyin. Her daim hayırlar, hasenatlar dilerim. 17 Nisan 2009 Cuma