NE MUTLU CANINA

Fatma Ç. KABADAYI

Severdim babaannemi.

Nur yüzlüydü. Topacık, minik; ama sevimli bir yüzü vardı. Yüzünün yuvarlaklığına inat, bedeni bir deri bir kemikti. Dişleri yoktu, yemeği damağıyla ezerek yerdi. Zaten en çok çorba ve şekerli demsiz çay içerdi. Bizde kaldığında onu yıkarken acırdım haline. Biz ne olacağız diye düşünmekten alamazdım kendimi. Kar gibi beyazdı. Doksanlarda iki büklüm olmuş beline rağmen yine de hiç oturmaz, o haliyle yapabileceği her şeyi yapardı. Oturduğu yerden birçok işin yapılabileceğini kardeşlerimle ondan öğrendik.

Severdim, temiz kadındı. Abdest almaya giderken şalvarını çıkarır “Elbiseye su sıçrarsa mekruh olur” diye kendince önlem alırdı. Namazlarını hiç kaçırmazdı ve ben çocuk aklımla dünyaya namaz kılmaya geldiğini düşünürdüm. Annem iki gelin sahibi olduğunda bile, o bizimle kalıyordu ve annem ona hep gelinlik yaptı. Kaynanaydı. İyi bir şey söylese de bazen yanlış anlaşılırdı; ama annem hep susardı. Hatta onu önemsediğini bilsin diye ona akıl danışırdı. Tatlıydı dili, dili döndüğünce anlatırdı. Ramazanlar, ıramazan, lifler ilif, leğenler ileğendi.

O bizim bazen Polyanna’mızdı. Kimi görse ona “Ne mutlu canına!”derdi. Karşındakinin hayatında mutlaka iyi bir şey vardı. O zaman ortaokula giden benim bile ne mutlu canımaydı ona göre. Evden çıkıp okula gidecek dermanım vardı, ev geçindirme sorumluluğum yoktu ve ne mutlu canımaydı ki okula gidiyordum. Keşke kendi de okuma yazma bilseydi. Gazete resimlerinin altında neler yazdığını sorar, okuturdu bize. Kendinden başka herkesin hayatı ona cazip gelirdi. Belki de haklıydı ya da bize öyle gösteriyordu. Herkes gibi o da yaşlandıkça ölümden korkmaya başlamıştı, bunu hissediyordum.

Babam sık sık onu doktora götürürdü ve bunu o isterdi. Doktor beğenmezdi bazen. “Bu doktor hiçbir şey bilmiyor.” derdi. Şikâyetini anlatırken film gibi anlatır, bazen çok uzatırdı; sıkılarak dinlerdik. “Ah, şuramdan bir ağrı giriyor sabahları, şöyle dolanıyor, dolanıyor, işte tam buraya bir kılıç gibi saplanıyor, ardından şu yana geçiyor…” Anlatırken yüzünü buruşturur, gözlerini büzerdi. Bazen ölmek isterdi; ama bunu anneme ve babama yük olduğunu düşündüğünden söylerdi, bilirdik. Oysa annem bir kere bile of demedi, hep sustu. “Eşimin anası anamdır” diyerek baktı ona. Her şeyiyle ilgilenir, her nazını çekerdi. Annem de şeker hastasıydı; ama hastalığını bile unuturdu. Aslında anneme de bakacak biri lazımdı; ama ne yapacaktı ki kadın? Beş çocuk, bir eş ve annesi. Küçük dar bir salona gündüzleri yemek, akşamları yatak taşımaktan harap olurdu gün boyu. Sobalıydı evimiz. Babam memurdu. Önceleri peyniri, zeytini tenekeyle alırken biz büyüdükçe kalıpla, kiloyla almaya başlamıştı. Zor yetiştiriyordu. Beş çocuktan dördümüz okuyorduk. Nedense bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaçlarımız olurdu. Şimdi o boş yere yırtıp attığım kâğıtlara öyle içim yanar ki.

Severdim babaannemi. Masal anlatırdı bize. Çatallı değneklere bez sarar bebek yapardı ablamla bana. Ablam çocukluğunu erken noktalayıp sorumluluğa atılmıştı fakat ben iyice oynardım onlarla. Saatlerce oynardım; ama şimdi ona da akıl erdiremiyorum. Tasarruflu kadındı, bir çorabı en az dört kez yamar, en ufak bir israf yapmamak için çok dikkat ederdi. Bize hep ocak yanarken boş yere kibrit yakıp harcadığı için eşinin boşadığı kadını anlatırdı. Babaannemin evini hatırlıyorum. Dedemin vefatından sonra bile birkaç yıl yalnız yaşadı o evde. Köy eviydi; ahırı, kileri, ambarı vardı. İki katlı geniş avluluydu. Eskiden inekleri, koyunları, tavukları da vardı, onu da hatırlar gibiyim; ama yaşlandıkça her şeyi bırakmak zorunda kaldı. İneği sağdıktan sonra koca bir bakır leğene kaynattığı sütü döker, içine birkaç dal parçasını ufak ufak kırıp atardı. O sütün nasıl kaymak tuttuğunu pencere önünde nasıl soğuduğunu ve kaymaktan gizli gizli nasıl yediğimi hiç unutmuyorum. Ne kadar lezzetliydi o bir parmak kalınlığındaki kaymak. Hele kaymak ve unla yaptığı üzerine pekmez dökerek yufkayla yediğimiz o dolaz yok mu? Şimdi hiçbir baklavayı, hiçbir tatlıyı değişmem ona. Melamin tabakları, toprak testileri, koyunyünlerini eğirip iç yapmak için kullandığı kermenleri, onlarca oklavaları, her boy bakır leğeni, toprak küpleri, çeşit çeşit elek ve kevgirleri vardı. Kendi evindeyken biz yanına gider ve yumuşu olup olmadığını sorardık. Yumuş -yapılacak iş- demekti. Her zaman olurdu. Su taşıtırdı, avlu süpürürdük. Bize yaptığı yemeklerden yedirirdi ve bütün torunlarına da ayırmış olurdu. “Bu da Mehmet’ime kalsın, Bu da İrabiyem’e kalsın,” diyerek ayırırdı. O zaman kızardık işte. Doymayız zannederdik belki de; ama hiç aç kalkmadık sofrasından. Bereketliydi yemekleri. Sobanın fırınına atarak közlediği patateslere tuz, nane, kırmızı toz biber atar yedirirdi bize. Ağzımızda dağılırdı. Turşusunu sirkesini, kendi yapardı. Bütün tanıyanlar ondan sirke almaya gelirlerdi. Bazen babaannem söylenmeyecek şeyleri güya ağzından kaçırır, ortalığı karıştırırdı. Ardından önce inkâr eder sonra güya hatırlar ve bir türlü dilinin dönmediği “tövbe”yi hızlı hızlı söyleyerek dudağına hafif hafif vururdu. “Töbe, töbe, töbe…” Gülerdik. Bilirdik yine yapacağını. Şimdilerde kardeşler arasında bu hareketi espri olarak yapıyoruz. Ardından ağlamaya hazır gözlerimiz doluyor yine.

Annemin akrabalarından pek hoşlanmazdı. Anneannemi kıskanırdı, buna çok gülerdik. Çocuk gibilerdi yan yana geldiklerinde. Aynı sedirde otururken metrelerce yere sığmadıkları olurdu. O yumuşak yere oturdu, benim kemiklerim batıyor diyerek her tarafı aynı olan sedirde bile laf çıkarır, anneannemi sıkıştırırdı. Kız tarafı olarak onu analıkızlı idare ettikleri çok olurdu. Bir ara babaanneme sırayla bakılmasını önerdi annem. Çok yoruluyordu çünkü. Beş çocuk ve babaannemi ziyarete gelen ardı arkası kesilmeyen misafirler. Her akşam muhakkak gelirdi birileri. Gençken onlara hizmet etmekten ders çalışamaz, dinlenemez ve erken uyuyamazdık. Annem de genç değildi ki. Kimse oralı olmadı akrabalardan. Rahmetli amcamın eşi ve çocukları Ankara’daydı ve babaanneme bakacak kimse olmadığını söylüyorlardı. Evde kimse kalmıyordu, biliyorduk. Bakkal ve tuhafiye çalıştırdıkları için yoğundular. O zamanlar çocuk aklımla zaten oğlu erkenden ölmüş, ne diye ölen eşinin annesine baksın ki diye düşünürdüm, belki de haklıydım bilemiyorum. Aynı şehirde yaşadığımız amcamın eşi babaannemi hiç sevmezdi. O da onu. “Ayşe çok bağırıyor bana, çok suratsız” derdi. Bu yüzden nerdeyse oğlundan bile vazgeçti. Ayşe yenge babaannemden önce öldüğünde de amcam zaten tek başına anasına bakamayacağı için yollamadı annem.

Bir de kızı vardı babaannemin. Babaannemi ara sıra alıp evine götürürdü. Evleri kalabalık olmadığı için orada sıkılır, bize dönerdi. Velhasıl babaannem hep bizde kaldı. Geceleri televizyon ışığında film seyrederken onun konuşmasından bir şey anlayamazdık çünkü yönetmenden daha çok karışırdı oyunculara. “Oradan gitme, sana tuzak kurdular, hadi yat artık geç oldu, bu ne kadar açık giyinmiş” diyerek her şeyine karışırdı ekrandakilerin. Bazen gittiği misafirliklerde izlediği filmlerle bizim televizyondakileri kıyaslar, onların televizyonunda daha güzel şeyler gösterildiğini iddia ederdi; ama biz biliyorduk aynı olduğunu. Zaten tek kanal vardı o zamanlar. Ramazan aylarında televizyondakilere daha çok kızardı, oruç tutmadıkları için. Bir türlü anlatamazdık, sonra vazgeçerdik uğraş- maktan. Ya da biz cevap vermeyince susardı.

Severdim babaannemi de bazen de hayattan bezdirirdi bizi. Geceleri öksürük tutardı ve biz uyanırdık her seferinde. Hem üzülür hem kızardık. Kendisi gündüzleri biz okuldayken kestirdiği için geceleri uyumak zorunda da değildi. Üstelik her öksürük krizinden sonra bir saat lüzumsuz konuşurdu, bazen iniltili sesler çıkarırdı ve biz o üzülecek diye “sus, biz uyuyacağız, sabah okula gideceğiz” diyemezdik. Aslında diğer torunları bu konuda şanslıydılar. Biz küçükken geceleri hiç deliksiz uyumadık. Severdim babaannemi. Her zaman dua ederdi bize. “Allah zihin açıklığı versin, iyi yerlere gelin inşallah ” derdi. Önemsemezdik o zamanlar; ama şimdi bakıyorum da belki de onu dualarıydı ailemizi ayakta tutan. Bütün kardeşlerimizin okumasında, etrafın bize gıpta ile bakmasında elbette onun dualarının payı büyüktü.

Abdest suyunu dökerek yardım ettiğim zamanlarda bana hep takılırdı. “Allah sana karakaşlı, kara gözlü nişanlılar versin” derdi. Ben de espriyle takılırdım, “mümkünse sarışın alabilir miyim”? Ah babaanne, bilseydin şakalarımın gerçek olduğunu. Arkadaşlarımı eve getiremezdim o varken. “Çok sevimli; ama konuşunca ders çalışamıyoruz, çok soru soruyor,” derlerdi. O zamanlar üzülürdüm; ama sonradan öğrendim ki geçici arkadaşlıklar için aileni yıpratmaya hiç değmezmiş.

Severdim, gençliğin kıymetini “Ne mutlu canına” diyerek sık sık hatırlattı için. Beni en çok ölümünde yanında olmamak üzdü. Bir gece iyice ağırlaşınca hastaneye kaldırmışlar. O aylarda da babamlar hac hazırlıkları içindelerdi. On gün kadar hastanede yatmış. Hep annem ve babam dönüşümlü beklemişler. Ben tabi iş dolayısıyla başka ilde olduğum için bunlardan habersizdim. Ölümünden iki gün önce babama “Bir adam geldi oğlum,” demiş, “Azrail olduğunu ve iki gün sonra gelip canımı alacağını söyledi”. Esprilidir babam, moral vermek için “Biz öyle adamları çok gördük,” diyerek gülümsemiş.

Bir gece refakatçi kalması için halamdan rica etmişler. Halamın yanında kaldığı gece babaannem, babamın ne zaman geleceğini sora sora vefat etmiş. Azrail’in gelişinden tam iki gün sonra... Babaannemin öldüğünü dört ay sonra söylediler bana. Eniştem ağzından kaçırdı. Gurbetteyiz diye söylememişler. Babaannemin ölümünden bir hafta sonra, annem ve babam hac yolundaydılar ve babam “Anam, anam” diyerek ağlamış yine. Babaannemi severdim. Onu herkes severdi. Sevimli, temiz, dindar bir kadındı. Anaydı, o yüzden biz ona hiç babaanne dememiştik. Baştan beri Hacı anne diye hitap ettik. O bizim ikinci annemizdi. Ölümünden sonra eşyalarının her birisi bir yerlere savruldu. Artık eskimekten tel tel olmuş yorganları, kimsenin giyemeyeceği çiçekli elbiseleri, kırk yama örtüleri, şalvarları yakıldı. Bakır leğenlerinden, eleklerinden, küplerinden almak isteyen aldı. Tarlaları, bağları paylaştırıldı.

Babam, annesinin evine bakım yaptırdı ve kışları annemle orada kalmaya başladı. Babaannemin elleriyle sıvadığı, dağdan getirdiği kili sulandırarak boyadığı o duvarlar sürekli dökülüyormuş. Alt kattaki ahır, kiler artık gerek olmadığı için kullanılmıyormuş. Fakat avlunun kullanılmayan bölümünü, babam damı çöken samanlıklarla birleştirip bahçe haline getirmiş. Oraya ağaçlar, asmalar, güller, çeşitli sebzeler dikerek diplerine de hortum döşemiş. Güzel bir damlama sulama icat etmiş. Gelen giden hayret içinde o üç dört katlı bahçeye hayran kalıyormuş. Babam yaşlandığı için tarlaları ve köy evlerini paylaştırırken kurada bu evin bana düştüğünü söylediğinde şaşkındım. Ben babaanneme ait o iki katlı sarayda oturamayacağımı biliyorum. Evime getirdiğim kermenlerini, ortasında büyük bir kırmızı gül olan kahvaltı tabağını özenle saklamaya devam ediyorum. Geçen yaz babam mezarına götürdü ilk kez. Köyün bağlı olduğu ilçede mezarlık. Dört yıl olmuş babaannem öleli. Daha dün gibi vefat haberini alışım. Babam mezarlık çeşmesinin yanından aldığı su şişelerine doldurduğu suyla mezarını suladı. Otları yoldu. Kupkuru mezarını görünce içim parçalandı. Rahmetli anasının yanındaki mezara gömmüşler onu. Dua okurken ağladım, ağladım, ağladım. İnanamadım öldüğüne. Sahiden yalanmış bu dünya. “Babaannem bile öldü,” dedim. O ki yaşamayı severdi, yaşamak için hep olumlu şeyler bulurdu insanlara.

Belki şimdi beni görse dedim, “Ne mutlu sana bak iki çocuğun olmuş, sağlıklılar, yuvanda mutlusun,” derdi. “Bir işin var, elin ekmek tutuyor” derdi. “Gençsin, kıymetini bil” derdi. “Annen, baban, bacın hayatta, kardeşlerin mutlu” derdi. Ah hacı annem ah…

Asıl sana ne mutlu. Arkanda o kadar seven kişi bırakabildiğin için. Ne mutlu sana ki bu kadar doğru yaşayabildiğin için ve ne mutlu sana babaanne… Allah’a iyi bir kul olabildiğin için…

Mekanın cennet olsun...

Ne Mutlu Canına Öykü Kitabımdan...

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.