Rönesans İtalya'sının kentlerini gezen bir Türk ile bir Amerikalı arasındaki en büyük fark "tarih"e bakışlarında görülür.
Örneğin 11'inci yüzyılda yapılmış bir katedralin varlığı, bir Amerikalı için şaşılacak kadar uzak bir geçmişi ifade eder. Çünkü Kuzey Amerika'ya ilk ayak basan ve devlet kuran Avrupalıların bu topraklardaki tarihi 17'nci yüzyıldan başlar.
İstanbullu bir Türk ise, Rönesans İtalya'sındaki 11'inci yüzyıl yapımı katedrale bakarken, Ayasofya'nın 6'ncı yüzyılda inşa edildiğini düşünüp, gülümser.
Buna karşı bir Amerikalı kendisini sade İtalya'da değil, tüm Batı Avrupa'da hiç yabancı hissetmez. Çünkü genlerindeki bilgiler, bu coğrafyanın kültürünün birikimlerini taşımaktadır.
Ama bir Türk bu coğrafyaya "yabancı" gibi bakar. "Onlar" ve "Biz" diye başlayan cümlelerle, çeşitli alanlarda ne kadar farklı olduğumuzu sıralamaya başlar...
Şimdi önümüzdeki en önemli meselenin kilidi de bu noktaya asılıdır.
Avrupa Birliği üyeliğini sadece siyasi ve ekonomik kriterlere uyum sorunu olarak gördüğümüz takdirde, fazla zor bir problemle karşılaşmayız.
Ama gerçekten "Avrupalı" veya "Batılı" olmak meselesine gelince, problemin çapı gerçekten büyümektedir.
Ne kadar benimsiyoruz?
Evet... Ayasofya 6'ncı yüzyılda yapılmıştır. Aynı yüzyılda Batı hukukunun hâlâ temelini oluşturan Jüstinyen kodifikasyonu da İstanbul'da yapılmıştır.
Ama biz Cumhuriyet kuşakları olarak ne vârisleri olduğumuz Bizans uygarlığını, ne de Osmanlı medeniyetini, "Modernleşme" projemizin kültürel yapısı içine yerleştirebildik.
Mao "Proleter Kültür Devrimi" yapıp geçmişi yok saymıştı. Biz de galiba bunu "Bürokratik Kültür Devrimi" ile yapmaya çalıştık.
Batı'nın 19'uncu yüzyıl sonrası döneminden düşünce alanında pozitivizmi, ekonomi alanında da sanayileşmeyi alarak, çağ atlayabileceğimizi zannettik.
Venedik'in San Marco meydanında saat başında kilise çanları kulakları sağır ederek çalarken, gülümseyerek kol saatime baktım. Bu çanlar artık sadece turistik bir anlam taşımaktaydı çünkü.
Zemberekli saat icat edilene kadar "zaman" da kilisenin değil miydi? Papazlar çanları çalana kadar kimse saatin kaç olduğunu bilmezdi.
Aynı durumu bizim dinimizin "ezan"ına da uyarlayabiliriz.
Ama biz zamanı da, insanı da, saati ve hukuku kullanarak bağımsız kılamadık.
Kente sadakatten, faşizme dayanan milliyetçiliğe uzanan yolları aşan İtalyanlar, şimdi İtalyan bayrağının yanına Avrupa Birliği bayrağını asıyorlar.
Ama Floransa da, Verona da, Venedik de, eski yapıları ile korunuyor.
Biz ise Ayasofya'ya ne kadar "Bizim" diye bakabiliyoruz? Veya Mimar Sinan'ın camileri ile Batılılaik kültürümüzün sentezini ne kadar yapabildik?
Verdi ve Dede Efendi
Bir meydan kahvesindeki küçük orkestra, Verdi'nin La Traviata'sından bölümleri çalıyordu.
Bizim benzer bir mekânımızda Dede Efendi'nin veya Tanburi Cemil Bey'in bir bestesinin icra edildiğini hiç duydunuz mu?
Kendi insanını hafife alan, kendi halkının kültürünü geri olarak niteleyen modernleşme hareketimiz, şimdi Avrupa Birliği'ni de "tehlike" olarak görüyorsa ve demokrasinin "rejim"i tehdit ettiği ileri sürülüyorsa, burada bir yanlışlık yok mudur?
Demokrasinin cami ile kışla arasında kaldığından yakınılırken, şimdi de "yargı"nın devreye girmesini olumlu gelişme diye mi niteleyeceğiz?
Başı örtülü bir genç kadına bakan başı açık kesim insanlarının "Ben bunun gibi olamam" veya "Benim kızımın böyle olmasını istemem" demek hakkı elbet vardır. Ama hangi tür bir özgürlük anlayışı "Başı örtülü olanların eğitim hakkı ellerinden alınmalıdır" benzeri bir söylemi, hukuk normu haline getirebilir?
Ya da hangi tür bir çoğulcu demokrasi modeli kamuya ait bir işletmede "Madem ben alkollü içkiyi günah olarak görüyorum, o zaman bu mekânda içki herkese yasaktır" anlayışı ile bağdaşabilir?
Özetle zaten biz kendimize de Batı'ya da yabancıyız... Yetmezmiş gibi aramızda da kamplaşıyoruz şimdi.