İstanbul… Nâzenin bir sevgili…
Anlatması zor… Tanımak da öyle…
Kişinin yaşadığı şehri tanımaması, onun ruhundan haberdar olmaması, üzerine bastığı, yürüyüp geçtiği yerlerin özelliklerini ve tarihini bilmemesi nedir peki?
Hicranların en kötüsü desem yeterli olur mu?
Daha ağırını hak ediyor olsa da burada kalalım…
…
Kaç İstanbul var acaba?
Ve ben hangisine yakınım?
Ne kadar yakınım?
Gerçekten kaç İstanbul var?
Musikî erbabının, güftekarların, bestekarların İstanbul’u…
Hattatların, müzzehhiplerin, nakkaşların İstanbul’u…
Ebruzenlerin, resaamların, fotoğrafçıların İstanbul’u…
Gecesi başka, sabahı başka olan İstanbul…
Esnafı tarafından hiçbir sebze ve meyvesinin kendi adıyla satılmadığı İstanbul…
Balığı bile ‘derya kuzusu’ nidasıyla satılan İstanbul…
Yoğurtçusunun farklı, bozacısının farlı melodi ile ses verdiği İstanbul…
…
Kaç İstanbul var dersiniz?
Kütüphanelerini bilmediğimiz bir İstanbul gerçekten bizim midir?
Ecdadın neden çıkmaz sokaklar yaptığını bilmediğimiz, mezarlıklarının ne söylediğini fark etmediğimiz bir İstanbul ne kadar bize aittir?
Semtlerine şarkılar yapılan İstanbul bizi nasıl çağırır?
‘Sazlar çalınır Çamlıca’nın bahçelerinde’ melodisi kulağımıza geldiğinde hangi heyecanlar kaplar yüreğimizi?
İstanbul’un balkonundan elinizi uzatınca tutacak gibi olduğunuz adaların ışıkları size aşkın rüzgarını taşırken bir yandan da ‘Adalardan bir yar gelir bizlere’ şarkısı dilinize düşmez mi?
…
Çifte Sultanları, Eyüp Sultanı, Yahya Efendi’yi, Selami Ali Efendiyi, Hüdayi Türbesini ve İstanbul’u fethederek ‘Nimel Ceyş’ yani ‘Güzel asker’ olmak için can verip şehid düşen sahabilerin türbelerini bilmeden İstanbul’un sırrı ne kadar bilinebilir?
Dersaadet dergahları bilinmeden manâdan, tasavvuftan ne kadar nasip almak mümkün olur?
…
Ya ressamların İstanbul’u bize neler fısıldar? Renkler İstanbul’u bize anlatırken hangi ahenkle tuvale yansır? İstanbul’un ressamları kimlerdir?
Peki İstanbul kartpostalları nasıl konuşur? Onlar da bambaşka ufuklara taşımaz mı bizi? Yerden koparmaz mı ayağımızı?
Hayaller ötesine nasıl da eriştirir dimağımızı?
…
Düşünün!
Yağmurlu bir eski İstanbul gecesinde karanlığı delen bir sokak lambasının süzülen ışığı altında belli belirsiz geçen bir dolmuşun az sonra durup indirdiği yolcu neler çağrıştırır düşünen akla?
Ya Galata köprüsünde sabahın ilk ışıklarından önce oltasını uzağa atmaya çalışan bir balık sevdalısının fotoğrafı nereye taşır sizi?
Kız Kulesi’ne doğru oturmuş çayını yudumlarken gurubu seyreden dalgın bir âdemoğlu size neler haykırır sessizce?
…
Sultanahmet, Süleymaniye, Şehzadebaşı, Fatih camilerinin hangi eda ile yükselir minareleri?
Fethi gören şehir Üsküdar’da güzel sesli müezzinlerin karşılıklı ezan okumalarını dinlemekteki lezzet başka nereler de bulunabilir?
Ramazan aylarında neden farklıdır İstanbul camileri? Okunan mukabele ve yapılan vaazlarla nasıl aydınlatır mümin gönülleri? Minareler arasındaki mahyalar hem göze hem de yüreğe neler söyler?
…
Ebru sanatı da sever İstanbul’u… Onların gözüyle de görmek gerek… Üsküdar Özbekler Tekkesi’nin İstanbul’un mânevi hayatına kattıkları neler olmuştur? Mevlevihaneler gönülleri nasıl coşturmuştur?
Merhum Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre hazretlerinin kitaplarında anlatılan Üsküdar’ı ve aktar dükkanlarını bilmeden İstanbul’un ruhunu bilmek ne kadar mümkün?
Yine Prof. Dr. Sadettin Ökten ile Prof. Uğur Derman hocanın birlikte TRT’de geçen dönem anlattıkları İstanbul boğazı, yalıları, kökleri ve mehtap gecelerini bilmeden İstanbul’u anlamak mümkün mü?
…
Şiirlerin de İstanbul’u var…
Ümit Yaşar Oğuzcan, “İstanbul yağmur yağmur sevdiğim” diyor bir şiirinde…
Orhan Seyfi Orhon; “Gün batmada İstanbul’un üstünde Haliçten/ Bir renge bürünmüş yanıyor Marmara içten” şeklinde dile döküyor İstanbul’u…
Yahya Kemal’in Münir Nurettin Selçuk’un bestesiyle gönlümüzde taht kuran o dizeleri hatırlamamak mümkün mü?
Ne diyordu Yahya Kemal?
“Sana dün bir tepeden baktım aziz İSTANBUL
Görmedim gezmedim sevmedim hiç bir yer
Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfince kurul
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre bedel”
Ziya Osman Saba’nın İstanbul şiirini de hatırlamalıyız İstanbul’u anarken ama bu hamurun çok su götüreceği de aşikar.
Ne diyor yaşayan ozanlarımızdan Abdurrahim Karakoç Anadolu Bahar şiirinin son kıtasında?
“Çıkıp baksan Çamlıca’nın başına,
İki kıta bir boğazda aşina...
Karakoçum, gel, yorulma boşuna,
İstanbul’u tarif etmek zor şimdi.”
…
Onda yaşayıp ondan haberdar olmamak kahredici değil mi değerli dostlar?
Kütüphanelerimizde İstanbul kitaplarına geniş bir mekan ayıralım.
İşin, gücün, bitmeyen koşturmanın, zamansızlığın ya da ağır ifadesiyle izansızlığın bizden çaldığı İstanbul’u geri alalım.
Nazenin bir sevgili olan İstanbul’umuzu geri alalım…
Sahi sizin İstanbul’unuz hangisi?
HABER NAME/ 05.04.2012 canbolatugur@gmail.com/ https://twitter.com/ugurcanbolathttps://www.facebook.com/iyibakkendine