BRÜKSEL (NATO Karargâhı)
Bir zamanlar Soğuk Savaş'ta kendisini 'Hür Dünya' diye anan cephenin vurucu gücüydü NATO; karşı cephe olan Varşova Paktı Sovyetler Birliği'yle birlikte çöktü, Soğuk Savaş da sona erdi. Buna rağmen NATO hâlâ varlığını -hem de üye sayısını 26'ya çıkartıp genişleyerek- sürdürüyor. Neden?
Üye ülkelerde yaptırdıkları bir araştırma bu sorunun zihinleri meşgul ettiğini göstermiş; NATO bir 'marka' veya bir 'isim' olarak yüksek bir bilinirliğe sahip çıkmış, ancak sorgulananların çoğu ne iş yaptığını bilememiş NATO'nun... Karargâhta kiminle konuşsanız, “Soğuk Savaşı biz kazandık” ile başlayıp “Dün savaşa hazır olarak barışa hizmet ediyorduk; bugün ise dünyanın dört bir tarafına barışı taşıyoruz” ile devam eden övünç cümleleri işitiyorsunuz.
NATO, bugün, bir yandan genişleyip safları sıklaştırırken, bir yandan da görev alanını neredeyse dünyanın dört bir yanı olarak görüyor. İki hafta sonra (3-4 Nisan 2009) Strasbourg'ta yapılacak, 60. yıldönümüne denk geldiği için görkemli olması planlanan NATO Zirvesi'nde, Arnavutluk ve Hırvatistan'ın da katılımıyla üye sayısının 28'e ulaşması bekleniyor.
Genişliyor ve görev alanı yayılıyor, ama patronu değişmiyor NATO'nun: ABD... Düne kadar, George W. Bush döneminde, 'teröre karşı savaş' kavramı eşliğinde Afganistan'da asker bulunduruyordu NATO ülkeleri (ISAF gücü); ABD'de başkan ve dünyaya bakış değişti, şimdi de Barack Obama çizgisinde yeni kavramlar tartışmaya açılıyor.
Askeri ittifaklar, tahmin edilebileceği gibi, 'ortak düşman' varlığı üzerine oturur. Kuruluşunu 'Sovyet tehdidi' kavramına borçlu bir örgüt NATO... Sovyetler çökünce, 1991'deki İngiltere/ Turnberry Zirvesi'nde, yeni tehdidin İslâm ülkelerinden gelebileceği üzerinde durulmuştu. Şimdi ise, bütün bir güne yayılan bilgi maratonunda böyle bir düşmandan artık söz edilmiyor. Korsanlık, siber-saldırılar gibi yeni tehditler daha sık anılıyor; tabii buna uygun yeni bir 'stratejik kavram' da üretilmiş...
En fazla tartışılan yeni kavram 'comprehensive approach' (kapsamlı yaklaşım)... Düne kadar NATO bir askerî güç olarak kendisini konuşlandırmış ve asker dili konuşulan bir örgüttü; bundan böyle asker-sivil ortak projeler üzerinde durulacağı anlaşılıyor. Sözgelimi Afganistan'da sürdürülen bunca operasyon ve gayretten sonra denilen şu: “Askerî güç mutlaka gerekli, ama yeterli değil; Afganistan'da esas başarıyı askerler değil sivil güçler getirebilir...”
Kulağa hoş gelse ve askerlik anlayışının da yenilenmesini (transformasyon) gerektirdiği söylense de, şimdiye kadar izlenen stratejiyi yönlendiren kadronun Obama'lı yeni döneme kolay uyum sağlayabileceğinden kuşku duymak için pek çok sebep var. En ciddisi şu: Önümüzdeki dönemde çalışmalarını Afganistan üzerinde yoğunlaştıracağı anlaşılan NATO sekretaryası üye ülkelere bir çağrı yaptı ve ISAF'a verilen asker sayısının artırılmasını talep etti...
Oysa bu yeni döneme ve yeni stratejik kavramsal çerçeveye daha farklı bir Afgan yaklaşımı giderdi. Türkiye'nin Afganistan'da gerçekleştirdiği altyapı çalışmaları, eğitim ve sağlık alanındaki katkılar, neler yapılabileceğine bir örnek teşkil ediyor.
NATO genel sekreteri Hollandalı Jaap de Hoop Scheffer'in süresi doldu, yeni genel sekreter seçilecek ve pek çok ülkenin vaktiyle başbakanlık veya dışişleri-savunma bakanlığı yapmış adaylarının isimleri ortalıkta dolaşıyor. Yeni dönemde NATO'da da varlığını hissettirecek Türkiye'nin adayı var mı? Yok. Bazı iddialı ülkeler, rakiplerinin şansını ortadan kaldırmak için Türkiye'yi şöyle kullanıyor: “Yunanistan aday çıkartamaz, Türkiye itiraz eder; Danimarka da öyle, karikatür krizini kötü yönettiği için Rasmussen'e Türkiye itiraz eder...”
Türkiye kendisi aday çıkarmayı düşünmeli.
Gördüğüm şu: Önümüzdeki dönemde ya NATO'nun ismini daha fazla duyacağız, ya da kendisini yenileme gayreti sonuç vermediği için önemini yitirecek NATO...