Tek partili veya alternatifsiz iktidarlı demokrasi olamaz, olmamalı. Kendini alternatifsiz hisseden iktidarlar eleştirilere kulak vermez, dar kadroculuğa takılır, kapalı çevrenin şakşakçılığını toplumun mutluluğunun sesi zannederler.
Bu bakımdan AK Parti'ye alternatif olacak güçte bir veya birkaç siyasi partinin varlığı, demokrasinin sağlığı açısından da şarttır.
Demek ki AK Parti dışındaki partilerin önce nasıl muhalefet yapılacağını, sonra da nasıl iktidar olunacağını öğrenmesi gerekiyor.
Birincisi mesela Deniz Baykal'ın veya Devlet Bahçeli'nin de en az Tayyip Erdoğan kadar çalışkan olmaları şart. Her salı partilerinin grup toplantılarında monolog yapmak, muhalefet olmaya yetmiyor.
İkincisi de iktidarın her icraatını ille de eleştirmek yerine, mesela iktidarın yapamadıklarını ve eksiklerini vurgulayıp, bazı işleri onlardan iyi yapacaklarına toplumu inandırmaları gerekiyor.
Örneğin neden CHP, AB bayrağını AK Parti'nin elinden alamadı, anlamak kolay değil. Veya AK Parti'nin 6 yıllık tek partili iktidarında, Türkiye'nin önüne hangi vizyon konulduğu neden sorgulanamıyor.
Başarı reçetesi
Bu çağda evrensel "Başarı reçetesi"nin içeriğini herkes biliyor. Bir dönemde bu reçeteyi Finlandiyalı Nokia'nın bir yöneticisi şöyle vermişti:
(1) Eğitimde atılım,
(2) Sağlam hukuk düzeni,
(3) Tutarlı ve bütünsel atılım planı,
(4) Telekom ve iletişim ağının verimli ve etkili çalışması,
(5) Kamu özel sektör uyumu.
Bu reçeteye uyan ülkelerin neleri başardığını biliyoruz. Hindistan'ın bilişim lideri ülke olması, Nokia'nın Finlandiya'yı 21'inci yüzyıla taşıması şirket çapındaki örnekler.
AK Parti'nin 6 yıllık iktidarında bu "Vizyon"u gündemimize sokan hangi atılımlar yapılabildi?
Mesela bunlar tartışılıp, yeni bir vizyon sunulsa topluma.
Bunu muhalefet yaptığı zaman herhalde puan toplar. Böyle bir tutum, Anayasa Mahkemesi'nin AK Parti'yi kapatmasını beklemekten veya Ergenokun'un avukatı olmaktan daha etkili bir muhalefet modeli değil midir?
Sürekli tasfiye
Bir başka mesele de AK Parti'nin "dar çevrecilik" siyaseti değil mi?
İşin kötüsü bu ilk örnek değil.
Siyasal eğilimine, dini inancına veya etnik kökenine dayalı olarak, bazı kesimlerin yok edilmesi veya yok sayılması, Anadolu toprakları üzerinde yaşayanların bir nevi kaderi.
Hep "Anadolu Mozaiği" ile övünürüz ama bunun kendimiz dışındaki bütün renklerini dışlamaz mıyız?
Cumhuriyet döneminde de, bu tür "toplu tasfiyeler" veya "toplu dışlamalar" çok yaşandı. Önce "Hilafetçiler", sonra "İttihatçılar", arkasından "muhalifler", tasfiye edildi "Tek parti" döneminde. Bu topraklarda yüzlerce yıl birlikte yaşadığımız azınlıklar, önce 1940'larda "Varlık Vergisi" ile, sonra da 1955'teki "6-7 Eylül vahşeti" ile maddi ve manevi tasfiyeye konu oldular.
Soğuk Savaş "sol"u, çok partili demokrasi "CHP'li memurlar"ı, 27 Mayıs darbesi "Demokrat Partililer"i tasfiye etti. 1930'lardaki Üniversite (veya Darülfünun) reformu tasfiyesini, 1960'ın "147'ler"i, 1980'in "1402'likler"i izledi..
Derken "28 Şubat" furyası ile, "şeriatçılar"ın tasfiyesi gündeme geldi.
Siyaset mesleği
Şimdi de adeta bir karşı-akım var.
AK Partili olmayanların tümü ya sanki "28 Şubatçı" ya da sanki "Ergenekoncu".
Oysa toplumda farklı yapıdaki, düşüncedeki, değişik etnik kökenlere, çeşitli derecelerdeki dini inançlara sahip insanları, ortak bir hedefte birleştirip, bunlardan sinerji yaratmak, "siyaset mesleği"nin temel işlevidir.
Hukuk, demokrasi, özgürlükler, serbest rekabet ve temel haklar, bunun için var olmuşlardır.
İşte muhalefet sadece AK Parti'yi suçlamak yerine Cumhuriyet rejiminin de özeleştirisini yapabilse, belki bundan sonrası farklı olabilir.
İşte böyle bir şeyleri bekliyoruz.