“Değişim”, 80'li yılların sonunda, Sovyetler Birliği'nin dağılması ve Doğu Avrupa'nın komünist bloktan kopması sürecinde kapitalist dünyaya heyecan veren tılsımlı bir vurguydu. Aynı “değişim”in 90'lı yılların sonundan başlayarak bu kez “renkli devrim”ler boyunca kapitalist âleme tutku ve haz verdiğini hatırlayalım.
Türkiye de 28 Şubat 1997'de başlayan ve ancak 1999 seçimleriyle yatışabilen kargaşasıyla “renkli devrim”ler kuşağına eklenmiş çok ilginç bir örnektir. 28 Şubat, Türkiye'yi küresel sisteme entegre etmek amacıyla tertiplenmiş bir askeri darbe olmakla birlikte, sistem içinde kalarak ve siyasi rejimin içinden başlayıp dışa doğru taşan bir müdahale olması itibariyle yeni bir durumdu ve bu nedenle darbeyi hayata geçiren cunta ona “post-modern darbe” adını verdi. Yani hem askeri müdahale en kaba şekliyle gerçekleşmiş oldu, hem de bu iş, iktidardaki siyasi iradenin ne seçime giderek, ne de taleplere açıktan karşı çıkarak direniş göstermemesi sayesinde sistem içinde olup bitti.
“Renkli devrim”ler, vadettikleri “değişim”i karşılamak bir yana, tam aksine ülkede kapitalist hegemoniye mukavemet gösteren bağımsızlık yanlısı iradeyi budayacak bir iktidar tekeli kurdular. Bu “değişim”le ne demokratikleşme, ne milli iradenin en mükemmel biçimde tecelli etmesi, ne de hak ve özgürlüklerin genişlemesi sağlanmadı. Nitekim Türkiye'de 28 Şubat döneminin nasıl karanlık bir rejim kurduğunu sayısız örnekle hatırlıyoruz.
1999'daki seçimlerle kurulan hükümetin üst düzey bir bürokratının, genelkurmayın kendisinden neler istediğini, ama bu vatanın bir evladı olarak bunları yerine getirirse insanlığından çıkmış olacağını hüzün içinde anlattığına tanıklık etti bu satırların yazarı mesela. Bahsi geçen talepler, çıplak gözle yaşadıklarımızın ötesine geçen akıl dışı, insafsız ve acımasız daha nice uygulamaları millete dayatmak isteyenlerdi.
“Renkli devrim”lerin “değişim”den anladığı, iç siyasetin ve dinamiklerin konusu olmaktan çok, uluslararası siyasetin mücadele, gerilim ve pazarlıklarını ilgilendiren nüfuz çatışmasından başka bir şey değildi.
“Renkli devrim”lerin “değişim”iyle patlak veren ekonomik krizler, büyük yolsuzluklar, toplumun saygın insanlarının itibarsızlaştırılması için girişilen iftira kampanyaları, hak ve özgürlüklerin kısıtlanması aşağı yukarı aynı örneklerle “renkli devrim” ülkelerinde yaşandı.
Toplumlar “değişim” sayesinde siyasi rejimin köklü bir değişikliğe uğramasını ve otokratik (iktidar tekeline dayalı) rejimin demokratikleştirilmesini beklerken, herşey olup bittikten ve aradan yıllar geçtikten sonra fotoğraf net biçimde ortaya çıktığında “renkli devrim”lerin şaibeli amaç ve araçlarını somut olarak müşahede edebildiler.
Türkiye'de 2002 seçimlerinde AK Parti'nin, o dönemin mağduru ama bundan da önemlisi “renkli devrim”in tahribatına karşı yeni bir Türkiye kurulacağını vadeden liderin değişimci söylemi sayesinde ezici bir üstünlük sağlayarak iktidar olduğunu unutmayalım.
Değişimin, iktidar tekeline ve vesayete dayalı siyasi rejimin kökten değiştirilmesi anlamına geldiğinde halkta nasıl heyecan yarattığı, siyasi tarihte kitlelerin fedakarca seferber olmasına yolaçan bütün seçimlerin öyküsüdür.
AK Parti, 2002'deki iktidarlarına işte bu seviyedeki bir değişim beklentisi ve talep çıtasıyla başladı. Ama aradan geçen iki iktidar dönemi boyunca değişimin menziline bile giremedi. AB üyelik sürecinin icabı olarak dayatılan reformları değişimin parlak uygulamaları olarak sunmaya çabalayan AK Partililerin neden bu sözleri milletin gözünün içine bakarak sarfedemedikleri, ellerindeki “değişim”in milleti ilgilendiren bir tarafı olmamasındandır.
Bunun gibi, darbeci cuntaların tasfiye edilmesi yolunda yapılanların hiçbiri de “değişim”le ilgili değildir!
Cuntaları siyasi rejimden silip atmaya bu kadar dikkat kesilmiş, ama bu yasadışı hücrelerin nefes alıp verdiği münbit batağı kurutma üzerine bir tek adım atmayan bir irade “değişim”ci kabul edilebilir mi?
Bu ülkede askeri darbelerin ve vesayet rejiminin gerçekten sona erdiğini, iktidarı destekleyen medyanın manşetlerindeki heyecan verici ve sürükleyici hikayelerden değil, ülkede yapısal ve kalıcı reformların hayata geçirilmesinden, demokratikleşme reformlarından, iktidar tekelini kıracak açılımlardan, hak ve özgürlüklerin geri dönülmez biçimde yerleştirilmesinden anlayabileceğiz. Yoksa, muktedir aktörlerin sahnede yer değiştirmesine odaklanan ve bununla yetinenler ne darbelere karşı tavır içindedirler, ne de kalıcı çözümden yanadırlar.
2002'de büyük bir coşku, heyecan ve değişim arzusuyla iktidara gelmesine rağmen, İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay arasındaki basit bir protokolü (EMASYA) dahi ancak 8 sene sonra, o da Genelkurmay Başkanı'nın onay vermesiyle kaldırabilen muhafazakâr reformculuk, milletin hasretle beklediği “değişim”i nasıl yapabilecektir? Bir protokolün kaldırılması bile 8 sene sürebiliyorsa iktidarın sözünü ettiği değişim ne reformdur, ne de sessiz veya sesli devrim!
Muhafazakâr reformculuğun sefaleti, bütün muhafazakâr iktidarların yaptığı gibi, halkın değişim beklentisiyle emanet ettiği görkemli iktidar gücünü her defasında murdar etmektedir.