Yıl1984 dü. Öğretmenliğimin 4. Yılında yıllardır hayalini kurduğum arabama borç harç kavuşmuştum. Ne kadar çok sevindiğimi halen hatırlıyorum. O günlerde öğretmen arkadaşlardan biri beni Sorgun Perşembe Pazarında görmüş, selam vermiş, ben ise onu görmemiş ve duymamıştım. Zaten alıngan bir arkadaştı. Okula gelince birkaç arkadaş durumu bana söylediler. Ben de onlara,” bakın şimdi onu nasıl kızdıracağım” dedim. Hoca bana,” Yahu Lütfi Hoca! Pazarda beni görmedin mi? Selam verdim almadın da!” Dedi.
Ben de gayet ciddi bir şekilde ona;” Yo hocam, seni hem gördüm hem duydum” dedim. O;” niye selamımı almadın ya?” Diye sordu. Bende ona ; “Hocam sen galiba farkında değilsin. Artık senle ben aynı sosyal sınıfta ve statüde değiliz! Ben Arabası olan bir öğretmenim. Senin ise henüz bisikletin bile yok. Bu yüzden selamını almadım. Artık ayrı dünyaların insanlarıyız! “diye ciddi bir konuşma yapınca hoca şaşırdı , yarı kızgın yarı şaşkın;” Sen ne diyon ya! Ciddi mi konuşuyorsun?” diye hiddetlendi. Durumdan haberi olan arkadaşlar kıs kıs gülünce işin mahiyeti ortaya çıktı.
Bizim şakadan yaptığımız bu saygısızlık maalesef günümüzde toplumda sıkça rastlanan bir davranış haline geldi. Öyle veya böyle zenginlik, makam, şöhret elde eden insanların önemli bir kısmı bu hali hazmedemeyip vefasızlık gemisi ile eski limanlarından açık denizlere yelken açıyorlar. Tabi çoğu da bu açıklarda boğuluyorlar.
Bu davranış içine giren kişiler Türk-İslam Kültüründe (aslında evrensel ahlakta da) pek makbül sayılmazlar. Onlara bizim medeniyetimizin verdiği lakap, “sonradan görme” dir. “Yumurtadan çıkmış kabuğunu beğenmiyor” sözü de bu modeller için söylenir. Bu acınacak konuma düşenlerle milletimiz tarih boyu alay etmiş, bunlarla ilgili bir çok hikaye literatürümüze girmiştir. İşte onlardan biri: Yıllardır muhtar olmak için uğraşan ve fakat zayıf karakterinden dolayı bir türlü bu emeline ulaşamayan bir muhtar adayı rakiplerinin bir seçimde aday olmaması üzerine seçimi kazanır. Ertesi gün köyün ileri gelenleri ile köy odasında toplanır. Kasıntılı hali, oturuş tarzı, hökela hökela konuşması köylüleri epey kızdırır. Bunun pek farkına varamayan Muhtar onlara döner ve küçümseyici bir eda ile ;” Köylüler şu Allahın işine bakın! Daha düne kadar bende sizin gibi normal bir adamdım…” Der. Bunun üzerine köylüler,” hayrola muhtar şimdi adam değil misin?” diye alaycı alaycı sorarlar. O ,”Hayır, ben artık muhtarım!!” der.
Her dönem ve mekanda bu tip vakalara rastlanır. Olgunlaşmamış, insanla dünya, ahiret, zaman, ruh arasındaki …dengeleri kuramamış kişi ve toplumlarda bu gibi marazlar daha çoktur.
Mücahitler Müteahhit olamaz mı?
Bu soruyu tersinden de sorabiliriz. Yani Müteahhitler mücahid olamaza mı? Bu satırları yazmamın nedenison günlerin popüler tatışmalarından biri olan “Mücahit Müteahhit” tartışması. Önce bu kelimelerin anlamlarını yazalım.
Mücahid:1-“ Cihad eden, din düşmanlarıyla savaşan. 2. Gayret eden, çok çalışan. 3. Tasavvufta nefsine karşı gelerek kendini terbiye eden ve böylece manevi makamlara erişen kimse, derviş.” Bazı din alimleri ise Cihadın savaştan ayrı olduğunu, cihadın çok daha geniş ve her zaman yapılması gereken bir eylem olduğunu söylemekteler. İbadet yapmak, iyilik yapmak, kötülükten ve günahlardan kaçınmak için uğraş vermenin de cihad sayıldığını, halbuki savaşın sadece düşmanla cenk meydanlarında yapılan bir eylem olduğunuı söylemekteler.
Müteahhit: yüklenici, yani bir işi yapmadan önce belli kurallar koyan, bedeli karşılığında belli sürede bitirmeyi taahhüt eden kişi. Türkçede bu iş daha çok bina yapan kişiler için kullanılmakta. Halbuki yol, su, elektirik, baraj, doğalgaz, telefon hattı gibi tüm işleri yapanlarda aynı sıfatla anılır.
Bu tariflerden sonra kim, “Mücahidlik güzeldir lakin müteahhitlik kötüdür” diyebilir? Derse ne kadar tutarlı olur? Müteahhitlik niçin kötü olsunki? Şu anda ülkemizde kullandığımız duble yolların, otobanların, Hızlı Tren hatlarının, evlerde, iş yerlerinde kullandığımız, elektiriğin, doğalgazın, telefonun, oturduğmuz binaların, yurt dışında yapılan barajların, fabrikaların yolların… altında kimin imzası var? Mücahidin mi müteahhidin mi? (aslında işini hakkıyla yapan her mümin gibi (başbakandan bakana, işçiden memura, tüccardan hamala, müdürden hizmetliye kadar) mütahhit de bir mücahitdir.)
MÜSLÜMAN ZENGİN Mİ OLMALI FAKİR Mİ?
Soruyu şöyle de sorabiliriz: Allah ve peygamber zengin müslümanı mı seviyor fakir müslümanı mı? Cennete fakirler mi gidecek zenginler mi? Bu soruları çoğaltabiliriz. İslamın ana kaynağı Kuran-ı Kerime baktığımzıda, Peygamberimizin hadislerini incelediğimizde görürüz ki “iyi insan kötü insan, cennetlik kul cehennemlik kul…” ayırımı insanların maddi durumuna göre yapılmıyor. Kuranın ve hadislerin övdüğü ve bizlere nümune olarak gösterdiği peygamberler arasında fakir de var zengin de. Peygamberlerin çoğunun fakir olmasına karşılık Davut (as) gibi Süleyman (as) gibi peygamberler zengin peygamberlerdir. Zenginlik kötü bir şey olsaydı Allah bazı peygamberlerini zengin yapar mıydı? Yeryüzünde peygamberlerden sonra manevi olarak makamı en yüksek kişi olan Ebun-bekir Sıddik efendimiz de zengin bir insandı.Buna karşılık müminlerin çok sevdiği bir çok kişi başta Hz Ali efendimiz olmak üzere fakir insanlardı. Zaten bizim inancımıza göre zenginlik Allahın vermesi ile olur. Lakin bu vermek lütfundan mı kahrından mı buna dikkat etmek gerek. Bu nedenle İslam medeniyetinin yerleştiği bir toplumda zenginliği ile övünen insan da, zengin olduğu halde cömert olmayan insan da dışlanmış ve horlanmıştır.
ÜSTÜNLÜĞÜN ÖLÇÜSÜ NEDİR?
Allah, âlemi (evreni) yaratırken belli kanunlar koymuş. Bu kanunlardan biri de insanların bazısının zengin bazısının da fakir olacağı kanunudur. Dünyada zengin fakir ayırımı olmayan, herkesin zengin veya herkesin fakir olduğu bir toplum var mı? “Marks Amca” eşit bir toplum meydana getirmek için yola çıktı. Bu rejimi (komünizmi) kurmak için Çin de, Rusya da, Küba da, Kore de milyoınlarca cana kıyıldı. Sonuç? Sonuç ortada. CCCB dağıldı. Çin sistemden vazgeçti. Kuzey Korede yöneticiler köşe, halk sefil oldu.
Sonuç olarak şunu diyebiliriz: İslam da üstünlüğün ölçüsü ne zenginliktir, ne fakirlik.Ne güçlü olmaktır ne zayıf. Bunun ölçüsü yakışıklılık veya güzellikte değildir. Takvadır. Takva: Allah’a yakın olma hali. Kim daha takvalı ise o Allaha ve cennete daha yakındır. Müttegı, fakir de olabilir zenginde. Fukara-i Sabirin Ağniyai Şakirin /Sabreden fakir , cömert zengin dinimizin koyduğu ölçülerden biridir. Kullukta yani insanlıkta önemli olan Sonsuz hayatı yani cenneti kazanmaktır. Zengin zenginliğiyle bunu başarıyorsa o zenginlik hayırlı bir zenginliktir. Tersi bir durumda ise malı o kişiye fayda değil zarar vermiştir. Fakir içinde aynı şey söz konusu. Bırakın din alimilerini Eski siyasetçilerden biri olan Besim Tibuk’un konu ile ilgili ilginç düşünceleri vardı. O,”Zenginler ülkelerin inekleridir. Onlara toplum iyi baksın ki bol süt alsın.Zavallı zenginler, ne paralarını yiyebilirler, ne yaptırdıkları lüks konutlarda, onların gül bahçelerinde oturabilirler. Lüks arabalarının sefasını da çocukları ve şoförleri çıkarır. Onlar ordan ora koşarken ömürleri biter...” derdi.
Son yıllarda zenginleşen, makam ve mevki sahibi olan insanlarla ilgili olarak; “mücahitdiler müteahhit oldular” sözünü ben bu yukrıdaki fikirler bağlamında değerlendiriyorum. Helalinden, çalışılarak elde edilen para ve makam onları mütevazilikten, sadelikten uzaklaştırmamışsa, “sonradan görme yapmamışsa”, israfa, şatafata, lükse düşürmemişse söylenecek bir söz yok. Bu konuda en büyük örnek Başbakan Erdoğandır. O, onca gücüne,şöhretine, rağmen hala eski mahallesini, arkadaşlarını, dostalarını unutmuyor. Fakirin fukaranın evine gidip oturuyor, hasbihal ediyor. Omuzlarındaki onca yük ve zorluk, bulunduğu konumun verdiği güç ve şöhret onu değiştirmedi. Bundan dolayı da milletin ona olan teveccühü artıyor eksilmiyor. Bazı arkadaşlarımız gibi “ne oldum delisi” olmuyor, çıktığı yumurtayı her zaman beğeniyor. .