Kültürel iletişimin toplumlar arası uçurumları ortadan kaldırmak adına ne büyük nimet olduğunu eminim hepiniz bir gün bir yerde, karşılaştığınız bir olayla tecrübe etmişsinizdir. Kültürlerin birbirlerine yabancı gelen yaşayışlarını, günümüz teknolojisi çoktan aşina olunan bir hale getirmiştir. “Gangnam Style dansı” bunun tipik bir örneği. İletişim ağlarının bu denli kuvvetli olduğu çağımızda bu kanalların dışında durmak ta neredeyse imkânsızlaşıyor. Sosyal medya artık hükümetler bile devirebiliyor. Her birimiz, çocuklarımızın, bu iletişim kanallarını kullanmasını istiyor, yerelleşen dünyada daha iyi yerlere gelebilmeleri için en doğru tercihi lisan bilgisi olarak görüyoruz. Bir lisan, bir insan düsturunca çocuklarımızı ikişer, üçer lisana sahip olacak şekilde eğitmeye çabalıyoruz.
Bu durum elbette ki lisanını anladığımız toplumlarla kurduğumuz ilişkileri geliştirmek için bize büyük avantaj sağlıyor. Kelimeler ithal ediyor, kelimeler ihraç ediyoruz. Başkasının dilinden konuştuğumuzu fark etsek te, ‘anlıyorsun değil mi?’ sorusunu sormaya bile gerek duymadığımız o kadar çok kelimeler sarf ediyoruz ki ithal kalemimizden; çoğu zaman insanın bu kadar rahat anlaşılmaya bile ürpermesi gerektiğini düşünüyorum. Ürpertici gelen nokta ise şu: Evet aynı kelimeleri kullanıyoruz, birbirimizi anladığımızı da düşünüyoruz ama acaba aynı şeyleri algılıyor, kelimelerin ruhuna inebiliyor muyuz? Kullandığımız kelimelerde, kelimenin asıl sahiplerinin hissettiklerini hissedebiliyor muyuz? Aynı ruhu, aynı hazzı, aynı hissi yakalayabiliyor muyuz? Hiç sanmıyorum.
Kapısının önünden geçerken gözlerime takıldığında fark ettiğim bir kelimede hissettim ilk kez bu endişeyi. Ankara Etnografya Müzesi yazıyordu. Müze kelimesinden söz ediyorum. Çoğumuzun kapısından öylece geçtiği; kırık dökük çanak, çömlek, arkeolojik kalıntı, resim, heykel, belge, bilgi ve sair malzemelerin bulunduğu o kocaman binaların içerisinde ne yatıyor? Müze ne anlam ifade ediyor?
Asıl anlama ilişkin yaptığım basit bir araştırma, kelimelerin ruhuna ilişkin yaşadığım endişelerin ne denli haklı olduğunu gösterdi. Müze, Yunan mitolojisi ile ilgiliymiş örneğin. Kelime anlamı ile de, Mouseion’dan gelmiş ve ilham perilerinin yeri, yatağı anlamına gelirmiş. Ne enteresan.Bizim müzeye yüklediğimiz anlamı bu ifade ile örtüştüren ve temel mananın bu olduğunu bilenlerin sayısının bir elin parmaklarını geçtiğini sanmıyorum. Sorarım size, hanginiz ilham almak için bir müzeye gittiniz? Müze ve ilham kelimelerini bir arada düşünmek insanı farklı bir noktaya götürüyor aslında. Bambaşka bir pencere çıkarıyor karşınıza.
Büyük şairlerin, yazarların, ressamların, eser sahiplerinin hayatlarının bir yerinde tarih kokan şehirlerin olması acaba bir tesadüf mü? Dostoyevski’yi, Shakespeare’ı, Vivaldi’yi, Aytmatov’u büyük sanatçı kılan yaşadıkları ortamın müze şehirleri midir acaba? Sonra Necip Fazıl’a Tarihin gözleri var, surlarda delik delik; Servi, endamlı servi, ahirete perdelik... Bulutta şaha kalkmış Fatih'ten kalma kır at; Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat..., dizeleriyle İstanbul’u tasvir eden algı, nasıl bir müze ilhamıdır? Orhan Veli’ye hangi müze ilham vermiştir İstanbul’u, dinliyorum gözlerim kapalı, Serin serin Kapalıçarşı, Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa. Güvercin dolu avlular, Çekiç sesleri geliyor doklardan, Güzelim bahar rüzgârında ter kokuları; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı. diye yazarken?
Yazılan tarih olduğu gibi, yaşayan bir tarih de var. Ve bu tarih müzelerde, şehirlerde hayat buluyor. Napolyon’u büyük imparator, Sultan Mehmet’i Fatih kılan, Magna Carta’yı ölümsüzleştiren, tarih kitaplarının hafızalarımıza işleyen sayfalarıdır. Peki, hiç düşündünüz mü, Uşak Müzesinde sergilen, Lidyalılar dönemine ait bir kulpu kırık çömleğin, çağının en güzel çömlek yapan sanatçısı tarafından yapılmış olabileceğini ya da kanatlı denizatı tasvirine neyin ilham vermiş olabileceğini, kancası kırık bir mızrağın, Kral Sarduri döneminden kalma bir miğferin, tarihin seyrini değiştirmiş olabileceğini? Bir de bu gözle bakmak lazım tarihe, bir de bu gözle bakmak lazım yaşayan tarihimiz, müzelerimize.
Müze, batı dilinde bir ilham kaynağıdır ama kanımca bize de uzak değildir. İlk yaptığım yorum müzenin maziden gelebileceği şeklindeydi. Müze bizce de mazi demek diye düşündüm. Mazi ise ilhamın ta kendisi: Bir kainat açılır, geniş, sonsuz, büyülü, Bugünün rüzgarında yıkanan mazi gülü, dağılır yaprak yaprak hayalindeki suya, bir başka gözle bakarsın ömür denen uykuya[1]
Müzeler, bir hafızadır. Dün ve belki de gelecek. O sebeple önemlidir. Öyle ya, Da Vinci’nin çizimleri olduğu söylenir helikoptere ilk ilhamı verenin. El Cezeri’nin resimleridir bilgisayarı şekillendiren ve Hezarfen’in kanatlarıdır uçmak hayalini gerçekleştiren. O yüzden önemlidir müzeler.
Şehirlerde koca koca binaların arkasına sakladığımız bir ilham var bizi bekleyen. Gerçek tarih oralarda gizli ve hayat orada şekilleniyor. Tarihi solumak için illa İstanbul gibi bir şehre gitmek de gerekmiyor ayrıca. Ankara’nın da, Konya’nın da, Ağrı’nın da, Diyarbakır’ın da bir tarihi var.
Asıl olan tarihi görmek de değil ayrıca. Asıl olan tarihten ilham almak. Ben geleceğe ilham taşımak için geçmişi sorgulamanın tam zamanı olduğunu düşünüyorum.
Tarihine sahip çıkmak konusunda kimseye pabuç bırakmayan insanlarımıza, küçük bir hatırlatma için yazdım bu yazıyı. Onca hengameden sıyrılıp bir bayram tatilini de yaşamışken hatırlatmak istedim. Tarih sizi bekliyor, yarını kazanmak için.
Bize ulaşın:
[1]Ahmet Hamdi Tanpınar, Bir gün icadiye’de şiirinden.