Hayatımız bir tabutun içinde geçiyor aslına bakarsanız!
Çocukluğumuz, gençliğimiz, yetişkinliğimiz bu tabutun içinde hep… Yaşlılığımız hatta…
Bizse bu tabutta yaşamaktan, mezarlıkta hayat sürmekten hiç mi hiç şikayetçi değiliz!
Neden derseniz cevap şudur: Çünkü mezarlıkta hayat sürdüğümüzün farkında değiliz.
…
Biraz garipsediniz belki… Bu nasıl iştir böyle diyorsunuz içten içe…
Suçlayamam sizi… Hepimiz böyleyiz çünkü. Bir de bize yapıp ettiklerimizin bir mezarda vuku bulduğunu söyleyenleri pek ciddiye almadık.
Duymak istemedik.. Güçlü bir ses değildi dedik… Ya da biz duyamadık.
Duyamadık, zira duymaya arzulu değildik.
Dünyamızı, gönlümüzü, ruhumuzu başka pencerelere açtık.
Oradan farklı sesler aldık oda gibi gördüğümüzü mezarlığımız… O seslere aşina olduk. Meftun olduk. Bağlandık…
Ve bağladık kendimizi…
O sesler doyurmadı bizi… Gidermedi açlığımızı… Dindirmedi susuzluğumuzu…
Dahası hakikate açlığımıza perde oldu… Suni gıdalarla yalancı tokluklar oluşturdu…
Bir yandan açlıktan kırılırken diğer yandan obez yaşamış olduk.
Paradoksal bir durum olan bu hal ile vücut tabutunun içinde yuvarlandık durduk.
…
Beden tabutu içinde yaşıyoruz hepimiz… Tabutumuzla beraberiz doğduğumuz günden beri… Bir kaplumbağa gibiyiz adeta.
Farkına varamadık tutsaklığımızın…
Ruhumuz, gönlümüz ve onlara ait olan tüm latîfelerimiz, duygularımız bu tabutun içinde...
Onları mezarımıza kapattık… Tabuta sıkıştırdık.
Halbuki yapmamız gereken şey onları bu tabuttan azat etmekti… Azade kılmaktı.
Hür bırakmaktı…
Özgürlük sunmaktı…
O konuyu da yanlış anladık ne yazık ki… Ne kadar tabuta ait çeldirici nefsi haz varsa hepsini yaşamaya eksiksiz özen gösterirken, gönle ait ne varsa o mezarlığa gömmeyi yeğledik…
Özgürlüğü yanlış mecralarda aradık kısacası.
…
Halbuki o tabutun nasıl açılacağını bize söyleyenler hiç mi olmadı?
Mezarlıkta yaşadığımızı, buna bu kadar meftun olmamamız gerektiğini hep söylediler…
Bunlardan biri de Türkmen Kocası Derviş Yunus değil mi?
“Evliyaya uğramaz ise yolun
Göçtü kervan kaldık dağlar başında”diyerek seslendi mezarlıklarımıza… Uyandırmaya çalıştı. Sarstı.
Dilimizden düşmeyen bu ilahinin güftesine şöyle başlamıştı Yunus Emre Hazretleri:
“Nice bir uyursun, uyanmaz mısın?
Göçtü kervan, kaldık dağlar başında.”
Rumuzlardan anlamadık… İşaretleri sezemedik…
Rumuzun dilini öğrenemedik. O nedenle onun ızdırabına bîgane kaldık.
Yunus Emre bu hakikati bize başka dizlerle de anlatmaya çalıştı oysa.
“Yalancı dünyaya konup göçenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Üzerinde türlü otlar bitenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
…
Toprağa gark olmuş nazik tenleri
Söylemeden kalmış tatlı dilleri
Gelin duadan unutman bunları
Ne söylerler ne bir haber verirler”
…
Duyamadık gerçekten…
Kendi tabutumuzdan haberdar olamadığımız, yaşadığımız mezaristanı fark edip üzerinde düşünemediğimiz için ziyarete gittiğimiz kabristanlardan da öğüt alamadık. Hayatımıza bir şey taşıyamadık.
Defin işlemlerini yaparken bile günlük işlerden dem vurduk, gereksiz konular konuştuk.
Verdikleri mesajı algılamadık.
Tam bir tabutta oluş hâli…
…
Vücudumuz olan mezarlığın farkına varmalıyız.
Meftun olduğumuz zülüfün aslında bir şey olmadığını kavramalıyız.
Gözüne değmek için çaba sarf ettiğimiz gözün kıymetinin bu tabutta oluş hakikatini zevk etmeden pek de bir anlamlı olmayacağına inanmalıyız.
Tuttuğumuz elin ne olduğunu, hangi mânâya geldiğini fark etmek için kendi vücut mezarımızın farkına varmalıyız.
…
Bediüzzaman yıllar öncesinden seslenmişti:
“Ey iki hayatın rûhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz.”
Kendi neslinin önünde tıkaç görevi yapan bedbahtların olduğuna işaret ediyor üstad…
Üzerinde düşünülmesi gereken bir durum…
Ama ben bu gün bu hakikatten hareketle kendi vücut mezarımızın farkında olmayışımızla, hakikatten uzak düşüşümüzle, aslında kendi mezarını tıkayan oraya iman ve aşkla gidişe mani bir tabut oluşumuza dikkat çekmeye çalıştım.
Kendini vuran avcı gibiyiz.
Kendi gerçeğini öldüren, kendi hakikatinin katili durumundayız.
Ne kadar acı!
…
Kendi beden tabutumuzdan kendimize seslenelim.
Gönlümüze yol bulalım. Dağlar başında kalmamak için, kervanı kaçırmamak için kendi beden mezarımızdan kendimize, ruhumuza, gerçek kimliğimize seslenelim.
En içli şekilde olsun bu sesleniş!
Hadi bugünden tezi yok karar verelim. Çıkalım beden mezarımızdan…
Tabutumuzun tahtasına, çivisine vurulmayalım artık. Onlara âşık olmayalım. Gönül bağlamayalım.
…
Ne demiştik? Mezarlıktan bildiriyorum… Kendi vücut mezarlığımdan, beden tabutumdan bildiriyorum.
Ne diyorum peki?
İçimizdeki manayı bilelim, ruh cevherini görelim. Emanete hiyanet etmeyelim. Dağda kervansız kalmayalım. İrfan ehline varalım. Sultan eteğin tutalım.
O sultanı hissedelim!
Ve “Vücut ikliminin sultanı sensin” diyelim…
HABERNAME 05.09.2012 canbolatugur@gmail.com /https://twitter.com/ugurcanbolat/ https://www.facebook.com