METALLER MİTOSU VE AYDINLAR

xxx431

Platon (Eflatun) kendi ideal toplumunu teorize ederken bir yalandan bahseder. Devlete adil diyebilmek için top­lumdaki sınıfların birbirlerinin işine karışmamasını, her sınıfın kendi işini yapması gerektiğini söyler. Toplumda üç sınıf vardır: Yönetici, Koruyucu, İşçi.  “Bir devlet için yıkıcı olan bu şey, bu üç sınıfın birbirinin işine karışması, görevlerini değiştirmesidir. Buna haklı olarak en büyük suç diyebiliriz... Devlete karşı işlenen en büyük suçtur, adaletsizliktir. Her sınıfın insanının yalnız kendi işlerine bakıp, kendi işleriyle uğraşması ise adalet­tir” der. Masal bir Finike anlatısıdır; Eflatun onunla sınıflar arası geçişsizliği ya da insanların doğal eşitsizliğini sistematize eder: "Bu toplumun bir parçası olan sizler, diyeceğim, birbirinizin kardeşisiniz. Ama sizi yaratan Tanrı, aranızdan önder olarak yarattıklarının mayasına altın katmıştır. Onlar bunun için baş tacı olurlar. Yardımcı olarak yarattıklarının mayasına gümüş, çiftçiler ve öbür işçilerin mayasına da demir ve tunç katmıştır. Aramızda bir hamur birliği olduğuna göre sizden doğan çocuklar da herhalde size benzeyeceklerdir. Ama arada bir altından gümüş, gümüşten de altın doğduğu olabilir. Bunun için Tanrı her şeyden önce önderlere, doğan çocuklara iyi bekçilik etmelerini, içlerine bu madenlerden hangilerinin katılmış olduğunu dikkatle araştırmalarını buyurmuştur. Kendi çocukları tunçla ya da demirle katışık doğmuşlarsa hiç acımayıp hamurlarına uygun işlere koyacak onları; çiftçi ya da işçi yapacak. Çiftçi ve işçi çocukları arasından mayaları altın ve gümüşle katışık doğanlar olursa, onları gözetecek, kimini önderliğe, kimini bekçiliğe yükseltecek; çünkü mayasında demir ya da tunç katışık olanlara önderlik edeceği gün şehrin yok olacağını Tanrı buyurmuştur" (EFLATUN, Devlet, Remzi, 1988, 415 a,b,c; s:105).

Eflatun’un yöneticilerin çocukları hakkında “acımasız” olmayı telkin eden sözleri yöneticilerin “ailesiz” ve “mülksüz” bırakılmalarının bir neticesiydi. Osmanlı’da da Yeniçeriler üzerinden uygulamaya geçirilen bu model gereği, yöneticinin aidiyet hissine darbe indirilmişti. Toplu­mu koruyan ve yöneten sınıfın, mülk edinme kaygısına düşmekten kurtarılması, devletin korunması ve yönetilmesinde görev ahlakı geliştirmelerine sebep verecekti. Eflatun’a göre koruyucular ve yöneticiler için mülkiyet yasağı getirilmelidir. İşçi, tüccar ve çiftçi sınıfı için bu yasağın konması gerekmez. Mülkiyet, işçi, çiftçi, zanaatkârları daha fazla üretime yöneltecektir. Ailenin bu sınıfa meşru kılınmasının başka bir faydası daha vardı: Nüfusun artışı, Eflatun’un devletine ihtiyacı olan “işçi”yi sağlamaktadır. Koruyucular sınıfının görevi, içe ve dışa karşı devleti koru­maktır. Bunun dışında bir işle, üretimle ve ticaretle uğraşamazlar. Vergi ile geçinirler. Bu verginin sağladığı imkânlarla koruyucular, ortak evler­de birlikte yaşayıp, ortak sofralarda birlikte yemek yerler; altın ve gümüş edinemezler.

Eflatun’un “Metaller Mitosu” farklı uygulamalarıyla birçok toplumsal sistemde yeniden tezahür etmiş gibidir. Başlangıçta alt kesimlerin dini olan Hristiyanlık bir Kilise idolojisi haline dönüşünce Eflatuncu bir toplum kurgusuna yönelmişti. Eflatun’un “filozof yöneticisi”, Kilise ideolojisinde “ruhban” halinde tanımlanmıştır. Bir anlamıyla “aydınlar” ile “yöneticiler” arasındaki ayırım çok incedir. Eflatun’un “Bizim toplumumuzda tutkular, zevkler, acılar (…) olacak; hele çocuklarda, kadınlarda, kölelerde, hatta (..) özgür dediğimiz insanlarda bile (…) ama, iyi bir yaradılışla, iyi bir eğitimi birleştirmiş, küçük bir azınlık, akıl ve düşünce yoluyle, sade ve ölçülü isteklerle yaşayacak (…) toplumumuzda, çoğunluğun kötü tutkuları, değerli bir azınlıktaki aklın buyruğuna girmiştir” (EFLATUN, 1988, 431 b,c; s: 121) şeklindeki sözleri çift katmanlı bir toplum tasavvuru geliştiriyor: Yönetici elitler ve yönetilen çoğunluklar.

Modern siyasi teorilerde de Eflatun’un “Yönetici elit” fikrinin yeniden biçimlenmesi hakkında yaklaşımlar geliştirilmiştir. Pareto, Elitlerin Çevrimselliği ilkesini getirir. O’na göre tarih büyük oranda bir seçkinler grubunun (aristokratların) diğeri tarafından ikamesinden ibarettir. Toplumların tarihi, asabiyet bulan, mücadele eden, iktidara geçen, mülkü idare eden, gerileyen, çöken ve yerini başka aristokrat asabiyetlere bırakan seçkinlerin tarihidir. İmtiyazlı azınlıkların birbiri yerine sahneye çıktığı çevrimsel bir tarih felsefesi üzerinden konuşan Pareto, toplumları yöneten elit sınıfının üyelerini kendi uğraş alanlarında istisnai meziyet ve yeteneklere sahip kişiler olarak görerek Eflatun’un ifadelerine yaklaşmaktadır. Yeni seçkinler toplumun alt tabakasından gelirler çünkü elit olmak babadan oğla geçen bir şey değildir. Pareto’ya göre tarihin seçkinlerin arasında yer değiştirme ve çatışma olması bu olgunun kendini dinî, mezhebî ve ideolojik biçimlerde göstermesini engellemez. (PARETO Vilfredo, Seçkinlerin Yükselişi ve Düşüşü, Doğu Batı yayınları, 2005: 96- 98). Diğer değişle insanlar bir din, ideoloji, kavmiyet uğruna öldüklerini sanırlar, oysa bir seçkinin çıkarları doğrultusunda ölmüş olurlar.

Elit teorisyenleri halk kitlesinin cahil ve bencil olduğunu ve bu yüzden kendilerini yönetemeyeceklerini düşünüyorlardı. Bu düşünceyi Eflatun, Kilise ve bütün ideolojiler dillendirdiler. Toplumda her zaman için “ehliyetli” bir azınlık grup yönetimde olacaktı. Marksist elit hakkında da benzeri bir eleştiri yapılmıştır: “İntellektüel- aydın deyimi sosyoloji sözlüğüne klişe olarak ihtilal öncesi Rusya’da ‘intelligentsia’ tabirinden yadigâr kalmış olmalı. (…) Batı dünyasında, biraz da oppozisyon (muhalefet) tarafına ağırlık vermek üzere, entelektüel topluluğuna âlem olarak kalmıştır. Rus ihtilali ile birlikte parti iktidarı önünde herhangi bir oppozisyon olamayacağı için ‘intelligentsia’ karşı kuvvet olmaktan çıkarılıp yönetim çarkları arasında öğütülmüş, bir hizmetliler kadrosu haline getirilmiştir (…) Sovyetlerin kendi intelligentsia’sını devamlı kontrol altında tutmak, yabancı ülkelerin entelektüellerini dünya ihtilalini gerçekleştirme yolunda (…) devamlı bir tahrik ve oppozisyon mihrakı olarak dik ve dinamik halde tutabilmek (konusunda) başarısız oldukları söylenemez” (ÜLGENER Sabri, Zihniyet Aydınlar ve İzmler, Mayaş, 1983: 65).

İslam düşüncesi açısından konuya yaklaştığımızda ulema denilebilecek bir zümrenin toplum içinde “seçkin yönetici” olmasını gerektirecek kurumsal bir ideolojiden bahsetmek mümkün değil gibidir. Osmanlı’da ve Farabi- Gazali’nin eserlerinde “yönetici seçkin”lerin toplum içindeki Eflatun’un görüşlerini hatırlatan konumları, Müslüman toplumların kendi dinamiği neticesi tek biçimlenme olmaktan çıkarılmaktaydı. Yönetici elitin karşısında başka bir “elit fikri” olan “halvet der encümen” yaklaşımı çıkarılmıştı. Ekmeğini kendi maişeti gereği kazanan bir ulema geleneği Peygamber (asv)’in vefatının hemen ertesinden itibaren güçlü bir şekilde devam etmiş gelmiştir. Bilginin halka kapatılması, esnaf- çiftçi- zanaatkârlığın ilm tahsiline imkan vermemesi gibi bir olgunun İslam toplumlarında bir karşılığı bulunamamıştır ya da bu olguyu bozucu başka zihniyetler ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede Ahi Evren (1171- 1261), Somuncu Baba (1331- 1412), Hacı Bayram-ı Veli (1348- 1430) tipi meslek erbabı mürşidlerin halkın İslamlaşmasında ve ilme yaklaşmasında değişik roller üstlendiklerinden bahsedilmelidir. “Seçilmiş Elit” kavramını bozan bu tür “aydınların” Selçukluların ve Osmanlıların kuruluşunda katkıları olduğu gibi, yer yer sultan ve padişahları kontrol eden bir nüfuza eriştikleri bilinmektedir. Gazalici yönetici elit idealini gerçekleştiren Nizamiye Medreseleri yanında Selçuklu- Osmanlı idarecilerinin halkın içindeki bu “öteki elit”e yaklaştığı oranda devletlerini diri tuttukları söylenebilir. Sivil Ulema teşkilatı olarak kabul edilebilecek bu yapının dinamiği bozuldukça devletin halkın problemlerini tepeden aşağı çözmede başarısız kaldığı muhakkaktı. Halkı dipten aydınlatan mürşidlerin yokluğu oranında aydınların metal mitosunu andırır konum kazanması çağımızın şifa bulmaz hastalığıdır.