... O İstiklal Marşımız’ın yazarı, milli şair diye tanınan ve anılan yüce zat. O hayatı boyunca ruhi çileler ve ıstıraplar çekmiş, yaşamış olduğu toplumun dertlerini farketmiş ve onları kaleme alarak dile getirmiş bir insan. O sadece bir şair değildi. Aynı zamanda bir din adamıydı. Onun ciddi bir sıkıntısı vardı. Ve bu sıkıntısını ifade edip, kendisini anlayıp kendisiyle hemfikir olan insanlarla paylaşmak istiyordu. Yaşam süresi boyunca İslam Ümmetinin dini, milli ve hayati dertlerine üzülmüş, onu kendisine dert edinmiş ve 63 yaşında rahatsızlığından dolayı Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. 63 yaşındayken Azrail (a.s.)’in onun kapısını çalmasından mutluluk duyuyordu. Çünkü Allah Rasulüde aynı yaşta dünyaya gözlerini yummuştu...
“Ağlarım, ağlatamam. Hissederim, söyleyemem.”diyordu Mehmed Akif. Üzüntüsünü ve elemini böyle ifade etmeye çalışıyordu. O hep ağlıyordu. Kendisi “ağlarım, ağlatamam.” desede, aslında ağlatıyor insanı. Akif’in eserlerini okuyupta etkilenmemek, ağlamamak mümküm değil. Akif’in eserleri insana öyle bir tesir ediyor ki, onun kanayan yarasından okuyucusuda payını alıyor. Neden ağlıyordu acaba? Onu ağlatan, dertlere sokan ve hastalıklara iten neydi? Mehmed Akif halkı bulunmuş olduğu zihin darlığından kurtarmak ve insanları uyanışa ve harekete çağırıyordu. O eserleriyle herkese ferdi bir sorumluluk yüklüyor ve herkesin üzerinde bir görev düştüğünü vurguyla beyan ediyordu ve
“Sahipsiz olan memleketin batması haktır, sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.” diyerek durumun ciddiyetini insanların gözü önüne koyuyordu.
Akif bir şeyler hissediyor, fakat o hissettiklerini söyleyemediğini iddia ediyor. Şiirlerine bakıldığında ise, hissettiklerini söyleyebildiğini ve aynı zamanda hissettiği gibi, hissettirdiğini hissettirebildiğini görüyoruz. Akif şiirlerinde insanı kendi dünyasına götürüyor ve insana aynı acıları ve elemleri yaşatıyor. Yalnızlığı seven ve tercih eden bir insan. Şahid olduğu olaylardan rahatsızlık duyduğu için onlardan yalnızlığına kaçıyor. Aynı zamanda bu yükü yalnız başına taşıyamıyacağını biliyor.
Ve çekmiş olduğu bu acıya okuyucusunu şöyle davet ediyor:
“Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım. Elemim bir yiğidin karı değil paylaşalım.”
Mehmed Akif kendini tanımlamış ve “kafa kağıdının” adını Müslüman Türk koymuş. Dinine ve ahlakına bağlı olan Akif kendisi hakkında şu itirafta bulunuyor:“Gençliğimde dindar bir insan olmasaydım, bir çok günah işleyebilirdim.” Demek ki onun ölçüsüde, prensipleride ortadaydı. Ve bu ilkesine hayatının sonuna kadar riayet etme gayretindeydi.
“İki mukaddesatım var: Birisi dil diğeri din.”Bu iki mukaddes değerlerin muhafaza edilmesi gerektiğini vurguluyor, onların elden gittiği taktirde ne büyük felaketler yaşanacağını söylüyordu. Akif’in kanayan yarası buydu işte.
Keskin bir zekaya ve müthiş bir hafızaya sahip olan Mehmet Akif daha 20 yaşında bir gençken Kur’an’ı ezberleyip hafız olmuştur. Kur’an’ı sırf diliyle kuru kuru okuyup yetinmemiş, onu hayatının her saha ve alanında yaşayıp uygulama cabasını göstermiştir. Bu uygulama titizlikle üstünde durduğu dakikliği, vefalılığı ve sadakatından başlıyor, spora olan sevgisine, espirisine ve sabrına kadar devam ediyordu. Sanata olan meylini ve alakasını yazmış olduğu şiirlerden ziyade üflemiş olduğu neyle ziyadeleştirmiştir.
Babası tarafından almış olduğu sağlam eğitiminden dolayı Arapça lisanını çok iyi biliyordu.
Bunun için de Atatürk’ün Kuran-ı Kerim’i Türkçe’ye tercüme edilmesi teklifini getirdiğinde ve bu tercümeye kim üstlenebilir sorusu sorulduğunda akla gelen ilk insan Mehmed Akif olmuştur. Mehmed Akif Kuran’ı Kerim’i talimat üzere Türkçe’ye çevirmiştir. Bazı tarihi olay ve gelişmelerden dolayı ise bu tefsir çalışması imha edilmek mecburiyetinde kalmıştır.
“Allah-u Teala Kur’an-ı Kerim’i türkçe lisanıyla indirmiş olsaydı, Cebrail’i hiç şüphesiz Mehmed Akif olurdu.” diyen Süleyman Nazif belkide onun bir deha olduğunu fark eden insanlardan birisidir.
Mehmed Akif öyle bir hüviyete sahip bir insan ki, kendisinde bulunan vasıflar Peygamber Efendimizin meşrebini hatırlatıyor. Ve kendisinde dört büyük halifenin vasıflarını taşıyor adeta. Onun karakterini tahlil edip analizde bulunanlar, onda Hz. Ebu Bekir’in sadakatı ve güvenilirliğini, Hz. Ömer’in şecaat ve cesurluğunu, Hz. Osman’ın ar ve hayasını ve nitekim Hz. Ali’nin bilgi ve zekasını bulurlar.
Şahsına yapılan hakaretlere ve haksızlıklara sabredip susabiliyordu belki. Lakin Allah’a ve Rasulune yani dinine ve imanına yapılan hiç bir hakarete tahammül edemiyordu, susmuyordu ve o cürette bulunanlara: “Elimden gelse seni teperim.” diyecek kadar cesur ve mertti.
Mehmed Akif yaşamı ve düşünceleriyle tam bir nümune insandır. Gençlere örnek gösterilecek sağlam ve kuvvetli bir şahsiyetti o. Mehmed Akif’i tanımak, onun ruhunu anlayıp kavramak ve onun sürdürmüş olduğu bir hayat sürdürmek...
Merhumun kabri İstanbul’da Edirnekapı’da ki Şehidlik’te bulunmaktadır. İmkanı olan herkese orayı ziyaret etmesini tavsiye ederim... Fakat merhumun ruhuna bir Fatiha okumak için illede o kabristan mekanında beden bulunmak şart değil...
Her müslümam gencin kitaplığında bulunması gereken bir eser Mehmed Akif’ Ersoy’un Safahat’ıdır. Safahat Akif’in tek şiir kitabıdır. Bütün şiirlerini Safahat’ta toplamış, İstiklal Marşı’nı ise “Kahraman Ordumuz’a” yazıp, ithaf ettiği için onu halka mal edip Safahat’ına almamıştır.
Bir türk müslüman genci olarak bize burada düşen görev herşeyden önce Akif’i ve Akif gibi nice büyük insanlarımızı tanımak ve onların hayatlarını kendimize örnek almaktır. Merhumları anıp yad etmek, onların kıymetli eserlerini tanıyıp, o eserleri içimize sindirip kendimizde yaşatmaktır. Nesillere düşen görev budur işte.