29 Ekim akşamı Cumhurbaşkanlığı resepsiyonuna katılmayanların cüret ve kararlılığı halkın dikkatinden kaçmadı. Uzun yıllar hafızalardan da silinmeyecek.
Askeri erkânın “planlı bir harekât” çerçevesinde Köşk’e koyduğu tavrın, Hayrunnisa Gül hanımefendinin başörtüsünden duyulan rahatsızlıktan kaynaklandığı da sır değil.
Köşk protestosunun arkasından ortaya bir de TSK genelgesi çıkınca “pes doğrusu” demekten alamıyor insan kendini.
TSK üst katlarının başörtüsü ya da “türban” alerjisi, nefreti ya da kinine sebep ne olabilir ki? Protestocuların başörtüsü ile ilgili nasıl bir kötü hatırası vardır ki, olmadık zamanlarda varlığını hissettiriyor?
Başörtüsü, kimi çevrelerin zihin dünyasında nasıl bir travmaya sebep olmuş olabilir? Milyonlarca vatandaşı derinden yaralayacağı bilinen böylesine nezaketten ve incelikten yoksun tavra makul bir izah yapabilen var mı?
Tarihimizde başörtülülerin ülkemize ihanette bulunduğuna dair bir kayıt hatırlamıyorum. Onların asker düşmanı olduğunu da bir Allah’ın kulu iddia edemez.
Öyleyse, ne bu şiddet, bu celal!
Birileri çıkıp bir açıklama yapsa da milyonlarca başörtülü anne, bacı, kardeş, teyze, nine derin bir nefes alsa.
Başörtüsünden nefretin, (başörtüsüne düşmanlığın mı demek lazım) başörtülüye alerjinin kaynağı ne?
Bir Mehmetçik çıkıp vasiyette bulunsa, “Şehit olursam cenazemde, yüksek rütbeli bir tek komutan istemiyorum. Annemin, bacımın, ninemin başörtüsüne tahammülü olmayanı cenazemde istemiyorum!” dese ne yaparsınız?
Bu ülke için gözünü kırpmadan ölüme giden, vergisini veren, ordusuna ve komutanlarına sevgi, saygıda kusur etmeyen insanımızın kabahati nedir?
Sözü uzatmadan, sizleri Bugün Gazetesi yazarı Gülay Göktürk’ün “Hayırsız evlat” başlıklı yazısıyla baş başa bırakmak istiyorum. O, bugünkü yazısında (1 Kasım 2010) milyonların hissiyatına tercüman olmuş:
“Star'daki haberi okumadınızsa bulup okuyun.
Meğerse Adana'daki Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunda yaşanan skandalın ardında TSK'nın bir genelgesi varmış.
Başörtülü davetliler gelince komutanlar Hilton oteldeki resepsiyonun arka kapısından "fark ettirmemeye çalışarak" çıkmışlar ve basına hiçbir açıklama yapmadan ayrılmışlardı ya, şimdi anlaşıldı ki bu garip davranışları kendi tercihleri değil, Türkiye çapında tüm askeri birliklere gönderilen bir genelgenin gereği imiş!
Söz konusu genelgede 29 Ekim resepsiyonlarına başörtülü davetlilerin katılması durumunda yapılacaklar adım adım sıralanmış: "Önce davetliler arasında başörtülü var mı yok mu istihbaratı yapılacak, yoksa davete katılınacak ama resepsiyon esnasında tesettürlü bir davetli gelirse mekan fark ettirmeden ve süratle terk edilecek"miş.
Cumhuriyet Resepsiyonları için garnizonlara verilen "fark ettirmeden sıvışın" talimatının dışında, karşılama törenlerine de "başörtülü eş ayarı" yapılmış. Garnizon komutanlıklarına gönderilen talimatlarda, Cumhurbaşkanı Gül'ün eşi ile gelmesi veya gelmemesi durumuna göre iki alternatifli karşılama düzeni geliştirilmiş, bu alternatifler şemalarla gösterilmiş. Kim nerede duracak, nasıl olacak da Hayrunnisa Gül'ün eli sıkılmak zorunda kalınmadan durum idare edilecek...
Bütün bunları okuyunca, "Acaba bunların başka işi gücü yok mu" sorusu geliyor insanın aklına... Her davetten önce "Başörtülü davetli var mı yok mu, gelecek mi gelmeyecek mi" konusunda istihbarat çalışmaları yapmak... Askeri tatbikat planları hazırlarcasına alternatifli karşılama şemaları hazırlamak... Ve bütün bunları, başörtülü kadınlarla yüz yüze gelmemek için yapmak...
Bu ne biçim bir takıntıdır... Ne biçim bir inattır... Nasıl bir cürettir...
x x x
Bu halk, ordusuna karşı çok hoşgörülü, çok affedici davranıyor doğrusu. Nicedir sabrediyor. Kabul edilemeyecek hakaretleri sineye çekip sabrediyor.
Biliyoruz ki, aralarındaki bunca yıllık hukuka dayanıyor bu hoşgörü ve sabır. Arka planında tarihi bir şükran duygusu var. Kurtarıcıya karşı duyulan minnet ve sevgi var. "Peygamber Ocağı" geleneği var.
Ama her şeyin de bir sınırı vardır öyle değil mi?
Bu halk, bu kadar horlanmayı, aşağılanmayı daha ne kadar affedebilir? "Gözbebeği" gibi sevdiği bir varlığın yaptıklarına daha ne kadar katlanabilir...
Şükredin ki bu halk ordusunu hâlâ, hoşgörüsü engin bir annenin hayırsız oğlunu sevmesi gibi seviyor. Hayırsız oğlun onu küçümsemesi, ondan utanması, onu kimselerin görmeyeceği toplumun bodrum katlarında bir yerlere hapsetmeye çalışması, kazara karşı karşıya geldiğinde pislik görmüş gibi davranması yüreğini dağlasa da etinden et kopmuş gibi olsa da katlanıyor. Hani derler ya, oğul işte, ne atabiliyor, ne satabiliyor...
Ama bilin ki şansınızı çok zorluyorsunuz. Hayırsız oğulların da kredisinin bittiği bir zaman vardır. En affedici analar bile bir gün "yeter" derler ve yüreklerine taş basıp hayırsız evlatları evlatlıktan reddederler.
Böyle bir ihtimali hiç düşünmüyor musunuz?
Başörtülü bir kadının varlığına dayanamadığınız için Çankaya Köşkü'ne çıkmayı reddederken, başını örten on milyonlarca kadının da sizin bulunduğunuz yerde bulunmayı istemeyebileceği, sizi her gördüğü yerde başını çevirebileceği, "fark ettirmeden" değil fark ettire fark ettire protesto edebileceği hiç aklınıza gelmiyor mu?
Başı örtülü o kadınların da sizin şehit oğullarının cenaze törenlerine katılmanıza izin vermeme ihtimalini hiç mi düşünmüyorsunuz?
Düşünmeye başlasanız iyi olur.”