1990'lı yıllarda özel televizyonların hayatımıza girmesiyle birlikte müthiş bir toplumsal projesinin içine düşüverdik. Toplumu kendi arzuladıkları bir dünya görüşü çerçevesinde biçimlemek isteyen bir takım mihraklar, bürokratik oligarşik irade, militarist çevreler müthiş bir toplumsal mühendisliği medya aracılığıyla yerine getirmeye başladılar. Bu çerçevede öncelikle toplumun zihinsel dönüşümü gerçekleştirilmeye çalışıldı, algıları değiştirilmeye çalışıldı. Yukardan dayatılan ve zihinlere enjekte edilen herşeyi kabul edecek bir toplumsal yapı oluşturulmak için medya bir manivela olarak kullanıldı. Düşünmeyen, konuşmayan, üretmeyen, sorgulamayan, her gece televizyonun başında en az altı saat izlediği renkli-magazinel dünyanın gerçek olmayan boyutlarında kaybolmuş, tüm algıları kendisine sunulan materyallerle belirlenen bir toplum yapısı. Bir manşette siyasal tercihleri bile belirlenen, şekillenen ve yönlendirilen, bir televizyon haberiyle kafasındaki tüm bilgileri ters yöne çevrilebilen insan kitlesi.
Şairin dediği gibi, "Koyun gibisin kardeşim, sallayıverince celep sopasını katılıverirsin sürüye"... Bir sürü psikolojisiyle yönlendirilen, kendi hayatlarını televizyonlardan veya medyadan kendilerine vazedilen dünyanın perspektifine göre ayarlayan insanlar güruhu.
Bu biçimleme operasyonuna sürekli verdiğimiz bir örnek vardır: Bugünlerde çok izlenen bir televizyonun başında olan ve kendisini Türkiye'nin en güvenilir habercisi olarak takdim eden bir anchourman, iri tirajlı ve Türkiye Türklerindir logolu bağlantılı olduğu gazeteye bir sağlık haberi yapmıştı... Sözde, türbanlı bir görevli, hassasiyetlerinden dolayı bir hastasının röntgenini çekmemişti. Tıp etiğine uymayan bu davranış kötü şekilde bitmişti. Bu haberin manşeti aynen şuydu: Türban faciası.
Demokrasi ve din vicdan hürriyeti noktasındaki tavırları bilinen bu grup, aslında o günlerde insanların zihinlerine gizli bir "laisizm" fobisi yerleştirmeye çalışıyor ve toplumda kutuplaşma ve ayrıştırma yapmanın gayretini taşıyordu. Bu haberin gerçek olmadığı, tamamen yalan ve kurgusal olduğu zaman içinde anlaşıldı. Fakat, ne bu haberi yapan en güvenilir anchourman geçinen zat ne de gazetenin genel yayın yönetmeni, "Biz yalan bir haber yaptık. Biz toplumu kendi arzuladığımız bir dünya görüşü çerçevesinde biçimlemenin gayretiyle böyle bir halt işledik" şeklinde bir özür dileme zahmetinde bulunmadılar.
Peki, yalan haber yapan, toplumu kendince şekillendirmek için kurgusal haberler üretenler için ne yapılabilir? Basın Konseyi var, Gazeteciler Cemiyeti var... Bu tür kurumlar işin gereğini yapar ve yalan haber yapan meslektaşlarını uyarırlar, kınarlar, ceza verirler gibi düşüncelere sakın kapılmayın. Çünkü, Basın Konseyi'ni de, Gazeteciler Cemiyeti'ni de oluşturan gazetecilerin tamamı aynı yolun yolcusu.
Bu noktada, umutlarımızı bileyen, bizleri sevindiren gelişmeler de olmuyor değil. Önceki gün Gazetemiz Yayın Danışmanı Ekrem Kızıltaş'ın da konuk olduğu Hilal TV'deki Hasılı Kelam programında, Yazılı ve görsel medyanın güvenirliliğini sağlamak amacıyla, medyada özdenetim yapmak, okur ve izleyicileri hakları konusunda bilgilendirmek amacıyla 2007 yılında kurulan Medya Etik Konseyi Derneği'nin Genel Başkanı Halit Esendir'i izledik.
Medya, kendi kendisini denetlemeli, özeleştirisini yapmalı, içindeki çürükleri ayıklamalı, ayıplarını örtmeye kalkışmamalı. Yani, medya mesleğinin otokontrolünü kendisi yapabilmeli. Bunlar teori. Fakat, verdiğimiz örnekte olduğu gibi pratikte böyle bir şey yapılamadığı çok aşikar. Bu sebeple, Medya Etik Konseyi Derneği gibi mesleğimizin namusuna sahip çıkacak derneklere ihtiyaç var. Çünkü, medya, toplumu bilgilendirme değil, yönlendirme mekanizması olarak çalıştığı müddetçe ve sipariş, kurgusal, yalan haberler yapıldığı sürece, mesleğimizin güvenilirliği yerlerde sürünüyor.
Yalancı çobandan farkı kalmayan medyaya çeki düzen vermenin formülleri bulunmalı!