Uludere veya medya bahsi ne zaman açılsa, birileri hemen “Uçakların saldırısını bizim medya yabancılardan saatler sonra verdi” deme yarışına giriyor. Askeri uçaklar ‘terörist’ zannıyla kaçakçı kafilesi üzerine bomba yağdırmış akşamın bir vakti, bizim medya haberi sabaha karşı duyurmuş; yabancı ajanslardan sonra...
Bir değil, iki değil, kimbilir kaç kez kulak hizamda bu türden cümleler duydum; sonunda aralarda itiraz etmeye başladım.
Şöyle bir soruyla: “Neden duyar duymaz vermemişlerdir dersiniz? Korkudan mı?” Asıl meram bu çünkü: Gazete ve televizyon çalışanları korkuyorlar... Ancak sorum işitilince biraz düşünmeye başlanıyor. İkinci soruyu patlatıyorum: “Acaba askerden mi, yoksa siyasilerden mi korkuyorlar?”
“Askerden” deseler bir türlü, “Siyasilerden” deseler bir başka... Askerin korkulacak hali kalmadığını biliyorlar; siyasilerin de böyle bir olayın duyulmasından niçin rahatsız olacağını bilemiyorlar. 35 kişinin hayatını kaybettiği bir operasyonun üstünün örtülebileceğini düşünmek ise büsbütün saçma...
Eğer operasyonla olayın duyulması arasında iddia edildiği gibi saat farkı var ise, bu ‘gizleme’ çabasıyla veya ‘korku’ ile açıklanamaz. Makul açıklama, habercilerin yanlış yapmama konusunda titizlik göstermesi, olayı bilebilecek durumdaki kaynaklara doğrulatma çabasına girmesidir.
Medyamız her olayda göstermesi gereken titizliği bu haber konusunda gösterdiği için eleştiriliyor fikrime göre. Uzunca zamandan beri mesleki açıdan ilk kez doğru bir iş yapmış medyamız, o yüzden eleştiri alması çok komik...
Peki ya yabancı ajanslar? BBC de haberi bizim medyadan önce vermiş diyorlar... Tezi yanlışlamaz bu gerçek... Demek ki, haberi önce veren yabancılar bizim medyadan daha erken doğrulatma imkânı bulmuş... Demek ki, bizim kanallar ve gazeteler ya kaynak bulamamış, buluncaya kadar beklemiş, ya da yabancılar haberi vermeye başlayınca bunu teyit olarak kabul etmiş...
Tez yanlış olabilir, haberi geç girmenin daha çarpıcı bir sebebi bulunabilir: Tembellik gibi... Gecenin bir vakti gelen habere tepkisizlik gibi... Bütün gazeteler ve bütün kanallar aynı durumdaysa böyle bir ihtimal kulağıma daha makul geliyor.
Bazıları bu durumdan ölenlerin kimliğine bakıp “Ölen 35 kişi Kürtmüş, ondan ilgisiz kalmış medya” gibi saçma sapan bir sonuç da çıkarıyor. Tersi yaşansaymış, yani ölenler asker veya Türk olsaymış...
Hiç mi hiç sanmıyorum. Siz de sanmayın; ölenlerin yakınları da sanmasın...
Gazeteleri birbirine bağlayan “Aman, bu haberi görmeyelim” veya “İyice doğrulatmadan vermeyelim” diye ânında cepheleştiren bir ilişki tarzı yok. Üstlerinde hissettikleri “Aman, terör ve terörle mücadele konularında biraz daha temkinli davranın” baskısı olduğunu da sanmam.
Olayı korkuya bağlayanlar, temkinli davranışla irtibatlayanlar medya mensupları arasından da çıkıyor. “Yazamıyoruz, anlayın artık” havası basanlar özellikle... Benim anlamakta en zorlandığım tipler onlar işte. Gerçekten sansürlü veya oto-sansürlü bir ortamda yazıyor ve çalışıyorlarsa buna nasıl tahammül edebiliyorlar? Kalemlerini kırmak yerine neden eğilip bükülüyorlar?
Yoksa bu tavırların eğilip bükülme itirafı olduğunun farkında değiller mi? Ne tuhaf!
İki yazarın (biri grup televizyonunun yayın yönetmeniydi aynı zamanda) gazetesiyle ilişkisi patron tarafından kesildi geçen hafta. İlki ‘hükümet-yandaşı’ diye yaftalanıp arkasından alaylar edildi; diğeri kendisiyle konuşan bir yabancı gazeteye “Muhalifim, onun için...” açıklamasını yaptı.
Tuhaflık şurada: ‘Hükümet-yandaşı’ sayılan yazarın işini ve mevkiini kaybetmesi diğerinin iddiasını çürütüyor. “Muhalif olduğum için kovuldum” diyenin anlattığını ifadesizce dinleyen aynı gazetenin ‘muhalif’ olduğu bilinen diğer yazar ve çalışanları da varlıklarıyla onu tekzip ediyorlar...
Konumunu ve sütununu kaybedenin ‘hükümet-yanlısı’ ithamına maruz bir yazar olduğunu n’olur unutmayın. Bir şeyler pişiyor olabilir de...