“Medeniyet” retoriğinin sadedi nedir? (I)
Madem ki iblisin tahayyülatımıza (b)ulaşamayacağı bir tek istikamet dahi yoktur ve Allah’ın adı bile onun kullanımına açık bir aldatma, ayartma, inhiraf ve isyan mecraı olabilmektedir, öyleyse alışılagelmiş ve âdet edinilmiş her lugati hassas mihenke vurmaktan vazgeçmemeliyiz.
Şüphesiz maksat maraza çıkarmak veya vahhabizm/talibanizm benzeri kör bir radikalizmle gelenek harmanını tarumar etmek olmamalı. Ama atalar dini olmaya ramak kalmış her fikir ve durumu da her defasında basiret ve ferasetin sorgu sandalyesine oturtmak gerekmez mi?
Şu halde, insan tekinin ilahî yükümlülükle özgürleşmesi uğruna verilen mücadeleye güvenegelmiş dindarlığın, köklü geleneklerle âşina olup ünsiyet kazanılan bütün bağlardan kopmuş “bireyin özgürleşmesi”ne itikat eden liberal değerlerle vuslatı anındaki muhafazakârlaşmasına bir çift lafımız olmak lazım gelir. Hem de bir vakitler frankofon laikliğe karşı amansız bir muhaliflik beslerken şimdi artık Anglosakson sekülarizmle kendini iyi hisseder hale gelebilmişse.
Bu bahiste soru şudur: Politik laiklik dine dahlederken ve kendince bir aydınlanmışlık dayatırken buna kahramanca direnen bir zihin, nasıl oldu da sosyolojik sekülarizmin, anlamı gevşeten üslubuna bu kadar kolay teslim olabildi?
Bu ve benzeri soruların cevabını arayan sâlikin, muhafazakârlaşma serüveninin ardına düşmesi kadar, o muhafazakârlaşmayı üreten araçları keşfe çıkması da mühim bir ödev gibi görünüyor.
Bu satırların yazarı, bu keşif yolculuğunda “medeniyet” retoriğinin hem özü, hem de işlevi bakımından muhafazakârlaşmaya yaptığı katkıyı dikkatle not etmeyi öneriyor.
“Şanlı tarih” ve “büyük medeniyet” retoriğinin neden güçlü yeni başlangıçlar için referans işlevine değil de, katmerli muhafazakârlık/milliyetçilik işlevine hizmet ürettiğine iyice bakmanın faydalarını saymakla bitiremeyiz.
İşe belki “medeniyet”in, dinden ve onun mekansal vasatı olarak “medine”den özerkleşmesi, kendi başına kurumsal ve somut varlık kazanması, böylelikle temellükün konusu haline gelmiş din-medine ekseninin muhafaza edilecek öğeler havuzunda diğer öğeler arasına karışıp gitmesinden başlamak gerekecektir.
Öyleyse başlangıç sorularımız şunlar olabilir: Medeniyet cevher midir, araz mı? Referans mıdır, tarihsel tecrübe ve veri mi? “Medeniyet” retoriğini tutkuyla kullananların neden İslam’ın fıkıh, kelâm, irfan gibi bilgi yöntemlerine ve ürettikleri bilgiye dayandıklarına pek rastlanmaz? Medeniyet mahza tarih iken neden tarih dışı/üstü bir norm ve değer muamelesi görür? Eğer medeniyet dinin tüm tezahürlerinin mecmuası olduğu için mukaddes biliniyorsa ve milliyetçilik-muhafazakârlıkla bağı zayıfsa neden o mecmua içinde mesela Osmanlı imparatorluğunun payı Asr-ı Saadet’inkinden bile mukayese edilemez mertebede fazladır? Hatta kimilerinin, üstelik İslam’ın nâm-ı hesabına hiç sıkılmadan medeniyet hamlelerini “Türklerin Batıya yürüyüşü” ile özdeşleştirdiğine bile tanık olabiliyoruz?
“Medeniyet” retoriği, Seyyid Hüseyin Nasr’ın “gelenekçi” fikriyatında karşımıza çıkan “tarihsel olanın hakikati temsil ettiği” anafikrinden bir adım öteye gitmemektedir. Şu halde postmodern Batılı düşünürlerden yükselen modernlik eleştirilerinin neden “medeniyet”çiliğin can simidi olduğunu daha iyi anlayabiliriz. Ama yanlış olan, postmodernlerin tenkitlerinden “medeniyet”çiliğe lojistik toparlama çabasının İslamî eleştiri ya da alternatif olarak saygı görebilmesidir. Oysa yapılan eleştiri ve önerilerin hiçbirinde İslam tarihinin felsefe, kelâm ve nazarî irfan birikimine rastlanmaz. Yapılan iş aslında modernliğe dinî tenkit değil, basbayağı “postmodernizmin İslamîleştirilmesi”dir.
Teknokrat muhafazakârların “medeniyet” kavramına pek bir bayılmaları ile, bu meyanda Batının meşrulaştırıcı gücünü insafsızca kullanmaları arasındaki ilişki, dinî kaynaklar ve referanslara dayalı tefekkürü ihya ve inşa çabası yerine, tarihsel tecrübeyi tekrara odaklanma arasındaki çelişkiyle açıklanabilir. Bu sebepledir ki muhafazakârlık, dayandığı tarihsel tecrübeye dönük tahlil ve tenkitleri “radikal İslami söylem” ünvanıyla ötekileştirmekte ve İslamcılığın bu zindandan çıkmaya yaptığı her katkıyı tercüme faaliyetinin yolaçtığı yabancılaşma olarak dışlamaktadır.
Halbuki tam aksine, iddiamız şu olsun: “Medeniyet”çilik ve onun retoriği, Kutub sonrası İhvan’ın aydınları tarafından dolaşıma sokulmuş ve tercümeler yoluyla da 60’lı yılların sonundan itibaren teknokrat muhafazakârlar başta olmak üzere bu diyarın Müslüman düşünce iklimini etkisi altına almış, hayli eski(miş) ve savunmacı bir düşünce yöntemidir.
Medeniyet retoriğinin, gözalıcı bir görkem yaratabilmek için tarihsel olan herşeyi aynı sepete atma varsayımı da yanlıştır, Asyalardan başlayıp Avrupa’da sonlanan Selçuklu-Osmanlı süreklilik faraziyesi de.
Böyle bir süreklilik varsayımı doğru olsaydı, Abbasi ve Selçuklulardan tevarüs edilen o büyük birikime rağmen Osmanlı beyliğinin fikrî, siyasî ve kültürel başlangıç anı bu kadar cılız mı olurdu?