Osmanlı toplumunun manevi ve maddi sıkıntılar yaşadığı dönemde dünyaya gelen Akif’in hayatı; inanç, azim, tevazu ve fedakârlık içinde geçmiştir. O, önder konumunda olduğu halde ön saflarda bulunmak istememiş, varını yoğunu din, vatan ve millet hizmetine adamıştır.
İstanbul’un fatihinin manevi gölgesinde ve onun adını taşıyan mütevazı semtte, dindar bir ailede yetişen Akif, sağlam bir dinî eğitim almıştır. Annesi Emine Şerife Hanım, aslen Buharalı olup Anadolu’ya yerleşen bir ailenin kızıdır. Emine Şerife Hanım, Tokat’ta yetişmiş, evlilik vesilesiyle İstanbul’a taşınmıştır. Çilekeş ve itikadı bütün olan bu hanımın, Akif’in manevî gelişiminde etkisi çok büyüktür.
Babası Mehmed Tahir Efendi, İpekli olup çocuk yaşta Arnavutluk’tan İstanbul’a gelerek Fatih Medresesi müderrisliğine kadar yükselmiş olan âlim, fâzıl ve tevazu sahibi bir şahsiyetti.
Mehmed Akif’in yetişmesinde en önemli etkenler:
Sağlam bir aile, sağlam bir muhit ve sağlam bir eğitim …
Osmanlı Devleti’nin direkleri çatırdıyor, fertler arasında kin, intikam ve ayrılık tohumları serpilmek isteniyordu. Akif, kurtuluşu, İslâm’ı gerçek manada yaşamakta bulduğundan şöyle sesleniyordu:
“Şehâmet dîni, gayret dîni ancak Müslümanlıktır.
Hakiki Müslümanlık, en büyük kahramanlıktır.”
“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol…
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol!..”
“Ne irfandır veren ahlâka ulviyyet ne vicdandır.
Fazilet hissi insanlarda, Allah korkusundandır.”
Şanlı milletimizin mazideki hâlini yâdetmeden geçememiş ve şöyle haykırmıştır:
“Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz:
Gelmişiz, dünyaya milliyyet nedir öğretmişiz!”
“Orduyla donanma yürürken muzafferen ileri,
Üzengi öpmeye hasretti Garb’ın elçileri…”
Fitne-fesatçı hainlere olan öfkesini şu mısralarla dile getiriyordu:
“Ey vatansız derbederler, ey denî kundakçılar,
Milletin az çok duran bir dîni, bir namusu var.
Ey haya namında bir hissin vücudundan bile,
Pek haberdar olmayan yüzsüz, hayasız bak hele!
Şark’a bakmaz, Garb’ı bilmez, görgüden yok vâyesi,
Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermayesi.”
İslâm’ın yanlış anlaşılmasına karşı da şöyle feryad ediyordu:
“Mütefekkirleriniz dîni de hiç anlamamış;
Rûh-ı İslâm'ı, telâkkîleri gâyet yanlış.
Müslüman unsuru gâyet mütedennî, doğru,
Şu kadar var ki değildir bu, onun mahzûru.
"Müslümanlık" denilen rûh-ı ilâhî arasak,
"Müslümânız" diyen insan yığınından ne uzak!”
“İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de!
Yoksa, bir maksat aranmaz mı bu âyetlerde?
Lafzı muhkem yalnız, anlaşılan, Kur’ân’ın,
Çünkü kaydında değil, hiçbirimiz mânânın:
Ya açar nazm-ı celîlin, bakarız yaprağına;
Yahud üfler geçeriz bir ölünün toprağına.”
İslâm’ın ilme değer verip câhilliği yok etmek istediğini şöyle dile getirdi:
“Diyor Kur’ân; bilenler bilmeyenler bir değil, heyhât!..
Nasıl yeksân olur zulmetle nur, ahyâ ile emvât?”
O mazlumların âhını dindirmek için çırpınıyor, çığlıkları mısralarında yankılanıyordu:
“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
“Bacımın örtüsü, batmakta rezilin gözüne. Acırım tükürüğe billahi, tükürsem yüzüne.”
Bu vatan için şehid olanları unutmuyor, şöyle inliyordu:
“Eş hele, bir dağları örten karı
|
Hürriyet çığırtkanlığı yapanları da şöyle tenkit ediyordu:
“Bir de İstanbul'a geldim ki, bütün çarşı, pazar
Naradan çalkanıyor, öyle ya... Hürriyet var!
Galeyan geldi mi, mantık savuşurmuş... doğru:
Vardı aklından, o gün her kimi gördümse zoru.
Sanki zincirdekiler hep boşanır zincirden,
Yıkıvermiş de tımarhaneyi çıkmış birden!
Eli bayraklı alaylar yürüyor dört keçeli,
En ağır başlısının bir zili eksik, belli!
Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük.
Dinliyor kaplamış etrafını yüzlerce hödük!
Kim ne söylerse, hemen el vurup alkışlanacak
-Yaşasın
-Kim yaşasın?
-Ömrü olan.
Şak! Şak! Şak!..”
Sonra dönüp milletine şöyle haykırıyordu:
“Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak...
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.
Ey dipdiri meyyit, 'İki el bir baş içindir.'
Davransana... Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin.
Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz?
Hüsrâna rıza verme... Çalış... Azmi bırakma;
Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!
Sâhipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır.
Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar...
Uğraş ki: telâfi edecek bunca zarar var.
Feryâd ile kurtulması me'mûl ise haykır!
Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır!
'İş bitti... Sebâtın sonu yoktur! ' deme, yılma.
Ey millet-i merhûme, sakın ye'se kapılma.”
Neticede, Allah’a yönelerek şöyle yalvarıyordu:
“Yâ İlâhî bize tevfîkini gönder...
-Âmin!
Doğru yol hangisidir, millete göster....
-Âmin!
Rûh-ı İslâm'ı şedâid sıkıyor, öldürecek.
Zulmü te'dîb ise maksûd-i mehîbin, gerçek,
Nâra yansın mı berâber bu kadar mazlûmîn?
Bî-günâhız çoğumuz... Yakma İlâhî!
-Âmin!
Boğuyor âlem-i İslâm'ı bir azgın fitne,
Kıt'alar kaynıyarak gitti o girdâb içine!
Mahvolan âileler bir sürü ma'sûmundur,
Kalan âvârelerin hâli de ma'lûmundur.
Nasıl olmaz ki? Tezelzül veriyor arşa enîn!
Dinsin artık bu hazin velvele yâ Râb!
-Âmin!
Müslüman mülkünü her yerde felâket vurdu...
Bir bu toprak kalıyor dînimizin son yurdu!
Bu da çiğnendi mi, çiğnendi demek Şer'-i Mübîn;
Hâk-sâr eyleme yâ Râb, onu olsun...
-Amin!
Ve'l-hamdü Lillâhi Rabbi'l-âlemîn.”
“Rûhumun senden İlâhi, şudur ancak emeli:
Değmesin ma' bedimin göğsüne nâmahrem eli!”
“Karanlıklar, ışıklar, gölgeler sussun ki, Allah’ım,
Bütün dünyayı inletsin benim secdem, benim âhım .
Gel ey dünyâların Mevlâ’sı, ey Leylâ-yı vicdânım,
Senin yâd olduğum sînende olsun, varsa, pâyânım!”
“Yılmam ölümden, yaradan, askerim,
Heyecan ve maneviyatla dolu hayatı onu vatanın her yerinde istiklâl ateşi yakmaya yöneltmişti. Taceddin Dergâhı’ndan aldığı feyz ile İstiklâl Marşı’nı yazan şairimiz bazı bahanelerle merkezden uzaklaştırıldı ve unutulmaya terk edildi.
“Çöz de artık yükümün kör düğüm olmuş bağını,
diyen Mehmed Akif’in cenazesi sessiz sadasız defnedilmek istenmişti. Akif, bu durumu hissetmiş gibi, yıllar önce şöyle seslenmektedir:
"Toprakda gezen gölgeme toprak çekilince, Günler şu heyulayı da er geç silecektir. Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma,
Akif, fotoğraflara, objektiflere de değer vermediğinden bunu şiirine şöyle yansıtıyordu:
“Bir canlı izin varsa şu toprakta, silinmez; Ölsen seni sırtında taşır toprağın altı. Ey gölgeden ümmid-i vefa eyleyen insan; Kaç gün seni hatırlayacaktır şu karaltı.”
Allah sevdiği kulunu halka sevdirdiği gibi onu yalnız da bırakmaz. Sevilen insanların cenazelerine sevenleri akın ederler. M. Akif’in cenazesini son anda duyan halk, bölük bölük gelerek ona olan muhabbetini göstermiştir. İnsanların kıymeti gittikçe daha iyi anlaşılmaktadır. 2011 senesi, Mehmed Akif için anma programları yapılan bereketli bir yıl olmuştur. Öz yurdunda garip olarak yaşamış olan Mazlumların sesi, İstiklâl Şairi Mehmed Akif’i, vefatının 75. yılında rahmetle yâd ediyoruz. “Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana…”
Ahmet Semih Torun -Habername |