Medyatava isimli, ağırlıklı olarak medya haberlerine yer veren internet sitesi, dün bir çağrı yaptı ve özetle, "Birbirimize lakap takmaktan vazgeçelim" dedi.
Bu çağrının temel fikrine yürekten katılıyorum: Hatta Engin Ardıç, Haşmet Babaoğlu ve Ahmet Hakan arasında hakaretlere varan bir atışma başladığında benzeri bir çağrıyı ben de yapmıştım.
Söylediğim özetle şuydu:
"Tartışalım" ama kişilikleri yıpratmaya yönelik tarzda "polemiğe" girmeyelim. Bu polemikler okura bir şey vermiyor.
Bu çağrının temel fikrine yürekten katılıyorum: Hatta Engin Ardıç, Haşmet Babaoğlu ve Ahmet Hakan arasında hakaretlere varan bir atışma başladığında benzeri bir çağrıyı ben de yapmıştım.
Söylediğim özetle şuydu:
"Tartışalım" ama kişilikleri yıpratmaya yönelik tarzda "polemiğe" girmeyelim. Bu polemikler okura bir şey vermiyor.
Tabii başka yazarlar da oldu çeşitli zamanlarda benzeri uyarıları yapan.
Mesela Hürriyet'in Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök bunu birkaç kere dile getirdi.
Ancak maalesef söylediklerini ciddiye almak mümkün değildi.
Çünkü lakap takanın önde gideni Ahmet Hakan, Özkök'ün yönettiği gazetede yazıyor.
Düşünsenize: Hürriyet'in sayfalarını çevirmeye başlıyorsunuz; hop, bir ton lakap üstünüze sıçrayıveriyor: "Recep İvedik" aşağı, "Sıraselviler Kontesi" yukarı.
Doğrusunu isterseniz ben şöyle düşündüm: Herhalde Özkök bu duruma sesini çıkarmıyor, hatta destekliyor.
Çünkü bir gözden kaçar, iki gözden kaçar; ama her gün, her gün olur mu?
O zaman mecburen kolları sıvadık: Madem sen böyle yapıyorsun, al bakalım!
Halbuki "doğru" davranışı hepimiz biliyoruz. Hadi bakalım: Varsanız, varım!
Mesela Hürriyet'in Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök bunu birkaç kere dile getirdi.
Ancak maalesef söylediklerini ciddiye almak mümkün değildi.
Çünkü lakap takanın önde gideni Ahmet Hakan, Özkök'ün yönettiği gazetede yazıyor.
Düşünsenize: Hürriyet'in sayfalarını çevirmeye başlıyorsunuz; hop, bir ton lakap üstünüze sıçrayıveriyor: "Recep İvedik" aşağı, "Sıraselviler Kontesi" yukarı.
Doğrusunu isterseniz ben şöyle düşündüm: Herhalde Özkök bu duruma sesini çıkarmıyor, hatta destekliyor.
Çünkü bir gözden kaçar, iki gözden kaçar; ama her gün, her gün olur mu?
O zaman mecburen kolları sıvadık: Madem sen böyle yapıyorsun, al bakalım!
Halbuki "doğru" davranışı hepimiz biliyoruz. Hadi bakalım: Varsanız, varım!
Gelelim ikinci konuya.
Lakap meselesinden daha önemli bir nokta var: Gerçek! Yani yalan yazmamak.
Konu önemli: Çünkü lakap takmadan da çamurlu yollara sapılabilir. İşte örneği.
Dün 'Borat' demiştik, bugün adını koyalım. Fatih Altaylı'nın ilk cümlesi şöyle: "Benim de gerçekleri yazmam şart oldu."
Peki, neymiş bu gerçek?
Daha ikinci cümlede aslında en ufak bir hakikat arayışı içinde olmadığını öğreniyoruz:
"Ben orada yoktum ama içerde ne olup bittiğini birinci ağızdan dinlediğim için biliyorum."
Kendi ağzıyla söylüyor: Orada yokmuş ama gerçeği biliyormuş.
Haberciliği indirdiği düzeye bakın!
Kahvelerde millet konuşur ya: "Benim eniştenin işyerinde, kayınçosu subay olan bir çaycı varmış, onun dediğine göre, yakında bedelli askerlik çıkacakmış."
Belli ki hayal gücü geniş bir "tezgahtarla" karşı karşıyayız.
Altaylı "kaynağının" adını vermediğine göre, bu kişinin suçunu kendisi üstleniyor. Ancak alışıktır o!
Daha geçen yıl, Dağlıca saldırısından sonra kaçırılan 8 asker olayında da aynı şey olmuştu.
İşte bir kez daha aynı konuma düştü: "Kullanılan gazeteci!"
(Adamlar nasıl da dalga geçiyordur: "Söyledik Fatih'e, ikiletmedi, şıp diye yazdı. Biraz bozuldu ama önemli değil, başka bir zaman da doğru haber veririz, sevinir.")
Önümüzde iki şık var:
1) Ya yine tongaya bastı.
2) Ya da oyuna dahil. Yani bilerek, isteyerek bu işe girdi. Yarın karşılığını almak üzere, "dostum" dediği adama bugünden kıyak geçiyor.
Şıkların ikisi de birbirinden kötü. Ama vardığı netice aynı: "Altaylı yalan yazar."
Turgay Ciner'in çıkaracağı gazetenin yayın yönetmeni işte böyle bir kişi olacak!
Allah akıl fikir versin. (Hem ona, hem de koltuğu teslim edene.)
Lakap meselesinden daha önemli bir nokta var: Gerçek! Yani yalan yazmamak.
Konu önemli: Çünkü lakap takmadan da çamurlu yollara sapılabilir. İşte örneği.
Dün 'Borat' demiştik, bugün adını koyalım. Fatih Altaylı'nın ilk cümlesi şöyle: "Benim de gerçekleri yazmam şart oldu."
Peki, neymiş bu gerçek?
Daha ikinci cümlede aslında en ufak bir hakikat arayışı içinde olmadığını öğreniyoruz:
"Ben orada yoktum ama içerde ne olup bittiğini birinci ağızdan dinlediğim için biliyorum."
Kendi ağzıyla söylüyor: Orada yokmuş ama gerçeği biliyormuş.
Haberciliği indirdiği düzeye bakın!
Kahvelerde millet konuşur ya: "Benim eniştenin işyerinde, kayınçosu subay olan bir çaycı varmış, onun dediğine göre, yakında bedelli askerlik çıkacakmış."
Belli ki hayal gücü geniş bir "tezgahtarla" karşı karşıyayız.
Altaylı "kaynağının" adını vermediğine göre, bu kişinin suçunu kendisi üstleniyor. Ancak alışıktır o!
Daha geçen yıl, Dağlıca saldırısından sonra kaçırılan 8 asker olayında da aynı şey olmuştu.
İşte bir kez daha aynı konuma düştü: "Kullanılan gazeteci!"
(Adamlar nasıl da dalga geçiyordur: "Söyledik Fatih'e, ikiletmedi, şıp diye yazdı. Biraz bozuldu ama önemli değil, başka bir zaman da doğru haber veririz, sevinir.")
Önümüzde iki şık var:
1) Ya yine tongaya bastı.
2) Ya da oyuna dahil. Yani bilerek, isteyerek bu işe girdi. Yarın karşılığını almak üzere, "dostum" dediği adama bugünden kıyak geçiyor.
Şıkların ikisi de birbirinden kötü. Ama vardığı netice aynı: "Altaylı yalan yazar."
Turgay Ciner'in çıkaracağı gazetenin yayın yönetmeni işte böyle bir kişi olacak!
Allah akıl fikir versin. (Hem ona, hem de koltuğu teslim edene.)