Laiklik, bir açıdan da din kurallarına bağlı kurumların tasfiyesi anlamına geldiğinden, doğal olarak bu alanın boş bırakılmaması gerekmektedir. Eğitim sisteminden hukuka, siyasetten ekonomiye; hayata dair her ne varsa ‘yeni’ olanla doldurulması gerekecektir. Tevhid-i tedrisat mesela... Medrese ve tekkeler, yani ‘eski’ olan kaldırılınca oluşan boşluğu doldurmak üzere yapılmış bir düzenlemedir. Sadece yeni değil, aynı zamanda ‘zecri’dir de... Nitekim tevhid-i tedrisat merkezden alınan kararlarla insanı ‘tek tipleştirmek’tir. Ve yanlış bilinen-öğretilen şekli ile ‘eğitim-öğretimin birleştirilmesi’ değil ‘benim izin vermediğim hiçbir şeyi öğrenemez ve çocuklarına öğretemezsin’ anlamına gelen bir zorlamadır.
Bakalım nasıl olmuş... İlk önce çatı kurum olan hilafet kaldırılmış (3 Mart 1924), arkasından kadim medeniyetin adeta namusu olan medreseler ve tekkeler (30 Kasım 1925) ilga edilerek yerine ‘okul’ ile ikame edilmiştir. Bu sadece basit bir isim değişikliği, yani Arapçadan Fransızcaya geçiş de değildir. Nitekim bir süre sonra anayasadan devletin dininin ‘İslam’ olduğu ibaresi çıkartılmış (10 Nisan 1928) ve harf devrimi (1 Kasım 1928) ile büyük planın şekillendirilmesine devam edilmiştir. Anayasaya eklemlenen laiklik ilkesi (5 Şubat 1937) ‘değiştirilmesi teklif dahi edilemeyeceği’ hükmü ile (1982 Anayasası)· tahkim edilmiştir. Şimdi Allah’ın insanın dünya ve ahiret saadeti için koyduğu haram-helal çizgisi ‘dogma’ ise, kendisine kısıtlı bir süre için irade verilen beşerin ‘değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek olan’ bu tasarrufu hangi türden bir hadsizlik acaba...
Elbette bu düzenlemelere direniş olmuştur; aktif ya da pasif... Pasif direnişi küçümsemeyin... Hindistan Birleşik Krallıktan bağımsızlığını pasif direnişle (sivil itaatsizlik) kazanmıştır. Türkiye’de isyanlara, idamlara, sürgünlere, hicretlere varan aktif direniş yanında kanaat önderlerinin sabırlı çabası ile din bağlantılı kurumların ‘kökünden kazınması’ projesi başarılı olamamıştır. Bu alim ve arifler kelle koltukta mücadele vermiş ama bu mücadeleyi birbirlerinden kopuk yürütmeleri nedeniyle farklı anlayışlar (cemaatler) ortaya çıkmıştır. Günümüzde toplum nezdinde yeniden neşvü nema bulan Allah’ın dini bu fedakâr ve vefakâr insanların bir tür pasif direniş olan mücadelelerinin karşılığıdır.
Laiklik ve tevhid-i tedrisat gibi kurumların militer düzeyde uygulanması insanları sadece dininden değil kültürden de uzaklaşmıştır. Çünkü yüzyıllar içerisinde oluşan kültür dinle doğrudan iltisaklıdır ve bu bağın koparılması insanları kimliksizleştirmiştir. Harf devrimi tarihle, laiklik dinle olan bağı koparmıştır. Süreç içerisinde Türkiye’de ‘yerel’ olana dair her ne varsa ‘hard’ yöntemlerle devlet (başörtüsü yasağı gibi) soft yöntemlerle medya vasıtasıyla itibarsızlaştırılmıştır. Çocuğunuza-torununuza ‘Şaban’ ismini koyabilir misiniz mesela...
İslam kimilerinin iddia ettiği gibi her şeyin önceden kurgulandığı, herkesin tekdüze davrandığı, kuralları hiç değişmeyen bir din değildir. Geniş bir serbest alan vardır zira... Serbest bırakılan bu alan ‘mübah’ olarak isimlendirilir. Mübah serbestidir ama her ne istenirse yapılabileceği anlamına da gelmez. Uzmanları (müctehidler) tarafından yorumlanır ve bu yorumlamalar yapılırken makasıd ve maslahatın (güncel ve geleceğe dönük kamu yararı) dikkate alınması gerekmektedir. Neslin korunması mesela...
İslam’ı tekdüze yorumlayan DAEŞ gibi kimi yapılanmalar yani ‘Selefilik’* geçmişten günümüze İslam dünyasının baş belasıdır zaten... Bu felsefeden beslenen düşünceler ‘haricilik’ten itibaren, ki Hz. Ali Efendimizi şehid etmişlerdir, çeşitli görünümlerde Şia ile birlikte ana akım itikad (ehli sünnet) için her zaman sorun olmuştur. Güncel versiyonu DAEŞ ise tıpkı FETÖ gibi CIA ürünüdür.
Bugünkü (tarihi olmayan) Selefilik, yeniliklere kapalı ve dolayısıyla medeniyet düşmanı, içerisinde biraz da 'Arap ulusalcılığı' barındıran, tek tip ve tekfirci, dini sadece şekli ve siyasi olarak yorumlayan, muhataplarını anlamaya değil, kendi doğrularını kabul ettirmeye odaklanmış, her dönem ve coğrafyada geçerli olan İslam'ı geldiği dönemde donduran, bir kolu da Vehhabilik olarak Suud yönetimince temsil edilen, İslam'ın medeniyet perspektifini ve mesajını anlayamamış, bugün DAEŞ denen meş'um yapıda tecessüm etmiş ekstrem ve faşist bir akımdır. Allah’ın dini ile ‘iddia’ dışında ne ilgisi olabilir bu yapıların...
Dinin bu alanı (serbest bırakılan alanı) doğrudan düzenlememiş olması dindeki eksiklik değil, esnekliktir. Bu alan; hem bulunulan yere-zamana, hem de kişiye göre değişen, usule uyulduğu sürece birbirinin tersi de olsa her birinin muteber kabul edildiği hükümlerle ilgilidir. Bir başka deyişle günün koşullarına göre farklı davranılabilmesinde tercih hakkı veren mübah alan da İslam dininin bir müessesesidir. Zira her çağda ana meseleler dışında o dönemin insanları tarafından ele alınması gereken konular olabilmektedir.
Farz-haram çizgisinin neden değişmeyeceğine gelince; o da gerçekte insanın beden-ruh, dünya-ahiret, toplumun bugünü-geleceği için kendi sınırlı aklıyla hikmetini çözemeyeceği alan (dünya-ahiret, kişi-toplum faydası=maslahat) olduğundan… değişmez. İşte beşerî sistemlerin ıskaladığı yer tam da burasıdır (devamı var).