(geçen haftadan devam)
Titiz olduğu en önemli husus, okulun dışında öğrencilerini sağa sola kaptırmamak konusuydu. Göreve başladığının üçüncü yılında, sonradan kapatılan Refah Partisi’nin ilçe başkanı, hocayla dertleşirken aralarında şu konuşma geçti:
-Hocam, Allah senden razı olsun. İmam-Hatip’te çok güzel şeyler oluyor.
-İmam-Hatip’te ne olduğunu siz nerden biliyor sunuz? Bu konuları sizinle hiç konuşmuyorum ki…
-Konuşmana ne gerek var hocam. Çarşıda yürürken tanımadığım, hatta yüzlerini bile ilk kez gördüğüm gençler bana “Selamün aleyküm ağabey” diye selam veriyorlar. Geçen hafta sonu üşenmedim saydım, beş yüz metrelik caddede, otuz dört öğrenci selam verip geçti. Kendi kendime hem sevindim, hem hayret ettim. Bunları partiye davet etsem gelirler mi acaba diye içimden geçirdim.
-Ağabey, bu gençler lise öğrencisi. Bunların kendilerini iyi yetiştirmeleri lâzım. Bütün öğrencilerimin çok okuması, çok ders çalışması gerekir. Bu öğrencileri lisede partiye katalım dersen, hem onlara hem de partiye yazık etmiş olursun. İmam-Hatip öğrencisi zamanı gelince hangi partiye oy vereceğini iyi bilir. Bu öğrencilerin tek hedefi okumak okumak okumak olmalı. Gözleri görmez oluncaya kadar okumak olmalı. Hedef olarak üniversiteyi kazanmaktan başka bir şey önlerine koyarsak bu çocukları heder ederiz. Siyasi kimlik lise öğrencisini kutuplaştırır. Bize bir bak! Hangi ülkücü kardeşimizle oturup konuşabiliyoruz, sen tarikat ehlisin, kendi tarikatın dışında hangi tarikatla doğru dürüst temasın var. Ki, sen bir siyaset adamısın zamanı gelince onlardan oy talep edeceksin. Hep diğerleri mi suçlu, bizim hiç mi kabahatimiz yok?
-Çok ağır konuştuğunun farkında mısın?
-Senden ricam bu çocuklardan uzak dur. Bu çocukları partinin elindeki hamur zannetme. İnan bana iki tanesini göndereyim bir konuş, senin partini, sana, senden daha iyi anlatsınlar. Ama bunun İslâmi harekete ne faydası olur? Bu çocuklar üniversiteyi kazanamazlarsa gelecekleri olmaz.
-Yani bizim çocuklarımızla sen ilgileneceksin bize de uzaktan seyretmek mi düşecek? Bize biçtiğin rol bu mu?
-Böyle düşünürsen; senin adına da, üstlendiğin dava adına da çok üzülürüm. Bu çocuklar üç sene önce de buradaydı. Ne yaptınız? Şimdi birisi çıkıp, bu gençleri bir ideal etrafında toplayıp yetiştirmeye başlayınca mı sizin gençler oldu? Gençliğe hizmet etmek istiyorsan, sana da yol gösterebilirim.
-Nasıl yani?
-Hizmet sadece gençleri koşturmakla olmaz. Onlara burs verebilirsin, kitap yardımı yapabilirsin. Otobüs tutup, bir hafta sonu İstanbul’a gezmeye götürebilirsin. Babaları işsiz öğrencilerimin babalarına iş imkânı sunabilirsin. Yabancı dil öğrenmeye meraklı öğrencilere kurs verdirebilirsin. Parası olmadığı için öğlen yemeyi yiyemeyenlere yemek yedirebilirsin… Daha sayayım mı? Sen yeter ki iste, ben senin önüne onlarca hizmet alanı sıralayayım. Fakat senden istirhamım, şayet kırmak veya kırılmak istemiyorsan benim gençlerimden uzak dur.
Bu konuşma, ilçe başkanının hoşuna gitmese de dönemin şartları gereği sesini çıkartmadı. Ama maalesef bu gençlerden istediği oranda yararlanamayacağını da anladığı için maddi anlamda hocaya hiçbir zaman destek olmadı.
Bu çalışmalar sırasında çok ciddi bir problem şehrin hemen yakınındaki tarihi ilçede yapılan faaliyetler esnasında kendini gösterdi.
İmam-Hatip’teki bu hummalı çalışmalar, diğer okullardaki iyi niyetli öğretmenlerin hocadan yardım istemesine yol açtı. Tarihi ilçenin tek lisesinin Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni kendi öğrencileri için de bir sohbet halkası kurmak istediğini hocaya iletti. Hoca güvendiği bir öğrencisini bu iş için görevlendirdi. Zeki, hitabeti iyi olan bu öğrenci, haftada bir, üç öğrenci ile başlayan sohbeti, ikinci yılın sonunda lise birler için ayrı olmak üzere iki sohbet halkası ve yirminin üzerinde öğrenciye ulaştırmaya vesile oldu. Genelde lisenin en zeki ve çalışkan öğrencileri sohbete geliyor, verilen kitapları okuyor, namaz başta olmak üzere yapabildikleri kadarıyla dini yaşamaya gayret ediyorlardı.
Babası savcı, annesi yargıç olan, çok zeki bir öğrenci de bir yıldan beri sohbetin müdavimlerindendi. İkinci yılın sonuna doğru, evde, kendi odasında gizlice akşam namazı kılarken annesi tesadüfen namaz kıldığını gördü.
Kocasına haber verdi. Sessizce salonda beklediler. Namazını bitiren çocuklarını salona çağırıp sorguya çektiler:
-Oğlum odanda ne yapıyordun?
Çocuk bir an yalan söylemeyi düşünse de ne olacaksa olsun düşüncesi ve yalanı kendine yakıştıramaması sebebiyle doğruyu söyledi.
-Namaz kılıyordum.
-Neden karanlıkta kılıyordun?
-Sizin görmemeniz için, belki bana kızarsınız korkusundan.
-Oğlum biz gâvur muyuz ki, namaz kılan insana kızalım. O nasıl söz?
Aslında bu soruya sessiz kalması uygun olan genç, yaşının ve iki yıldır katıldığı sohbetlerin kazandırdığı heyecanla cevapladı.
-Gâvur olmasanız siz de kılardınız.
Bu cevap anne babayı şoke etmeye yetti. Savcı baba sabahı bile beklemeden bir iki yeri aradı. İlk suçlamayı okulun Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenine yöneltmeyi uygun gördü.
Ertesi gün, mesaisine başlamadan lisede soluğu aldı. Müdür Bey’in odasına yıldırım gibi girip, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenini ayağına çağırttı ve deyim yerinde ise ağzına geleni saydı, sövdü. Dövmekten beter etti. 1985 yılı Türkiye’si düşünüldüğünde gariban öğretmen ağzını bile açmaya fırsat bulamadı.
İşin peşini bırakmayan ve özünü de kavramaktan uzak olan savcı, yargıç hanımının da etkisi ile öğretmeni sürdürünceye kadar uğraştı. Dönem bitmemesine rağmen de ilin en uzak yöresinin en kötü lisesine sürdürdü.
(devamı haftaya)