Kürdanı hiç sevmem. “Allah muhtaç etmesin,” dediğim icatlardan birisi. Hele ağzını açarak kullananlardan hiç haz etmem. Her şeyin bir adabı var elbette. Ama meselemiz bu değil.
Ankara Ulus’ta bir lokantaya oturduk. Bir gazeteci, bir müzisyen, bir ressam ve iki eğitimci yazar.
Öyle salaş bir yer değil. Daha önceden de orada yemek yediğim için içim rahat bir şekilde arkadaşlarla oturduk. Karşılamasından uğurlamasına her şey nezaket dâhilinde… Garsonlar aynı tarz giyinmiş, orta yaşın üzerinde adamlar. Hatta emekli olduktan sonra burada iş bulmuş da olabilirler. Hani iki müşterisi olup beş altı garsonun müşterinin etrafında pervane olduğu bir yer.
Zannımca nezih…
Siparişi verdik, sohbete başladık. Bu arada salatalar, içecekler hepimize ayrı ayrı geldi. Beyaz tabaklarda iri doğranmış üç beş sebzeden oluşan, insanın karnı açken beklemek istemediği türden. Limonlarımızı sıkıp tuzumuzu serpiştirdik.
Yemek gelene kadar atıştırmadan olmaz. Salatalarımızdan çatalla tırtıklarken gazeteci arkadaşımız öksürmeye başladı. Ne olduğunu anlayamadık. Boğuluyor gibi. Boğazını tutuyor, gözünden yaş akıyor. Su geldi. Yok, düzelmiyor. Hemen lavaboya gitti. Epey bir uğraştan sonra gözleri kızarmış, beti benzi atmış şekilde geldi. Yanında da iki garson…
“Damağıma kürdan saplanmış,” dedi. Elinde yarım bir kürdan!
Nasıl olur?
Bir salatadan kürdan niye çıkar? Mutfakta şakacı bir çocuk yoksa bu pek mümkün değil elbette.
Garsonlardan bir pişkin pişkin:
“Verilmiş sadakanız varmış,” dedi. Özür dilemek yok, mahcubiyet yok. Pişmanlık yok. Varsa da hiç oralı değiller. Suç altın semer olsa kimse üzerine giymez elbette.
Bu olayın üzüntüsü ile yemeğimizi yerken arkadaş damağına saplanan yarım kürdanın ve lokantanın logosu olan servis kâğıdının fotoğrafını çekti. Arkadaşın gazeteci olduğunu söylemiştim değil mi? Birkaç satır yazıyla lokantanın başını oldukça ağrıtabilir. Bizi üzmemek adına orada sustu. Damağı yaralı şekilde lokmalarını zor yedi ve yemekte ve sonrasında uzun bir süre tek konumuz elbette buydu. En çok ben mahcubiyet içindeydim çünkü “Burası güzel, burası temiz,” diyerek götürmüştüm herkesi. Gittiğiniz mekânlardan da tanıdığınızı zannettiğiniz insanlar gibi çok da emin olmamak lazımmış meğer.
Peki sorarım size? Bir salatadan nasıl olur da yarım kürdan çıkar?
Tek ihtimal birisi yediği salatanın içine kullandığı kürdanı kırıp atmış olmalı. Hatta az yemiş ve garsonlar da boşa gitmesin diye salata havuzuna aktarmış olmalı. Bunu evlerimizde bile yapmazken bir lokantanın böyle bir şeye hakkı var mı? Temizlikten başka ne bekleniyor acaba sizlerden?
Bize ailemiz küçüklükten beri şunu öğretmiştir.
“Kendinin yemeyeceği yemeği kimseye verme.”
Biz o yüzden komşularımızı yaptığımız güzel şeylerden ikram etmeye çalıştık hep.
Peki, bunların yaptığı doğru esnaflık mı? Esnaflık bu değildir.
“Yazıklar olsun!” diyorum.
Bu arada elbette kimsenin yaptığı yanına kâr kalmayacak, Mevla görelim neyler, Neylerse güzel eyler diyorum.