Dün, 1976 da mezun olduğum, epeydir de uğramadığım mektebime (okuluma) gittim. İlim ve Maneviyat dünyasına birçok muzaffer kumandan yetiştirmesi hasebi ile okulumuzun ana kapısı bir Zafer Takı gibidir.
Okulun bahçesine girince, kulağımı ilim sahasında “cenk eden komutanların", "Fazilet meydanında harp eden "askerlerin" naralarının uğultuları doldururken, gözlerimde bu eşsiz, bu mütevazı, bu vefalı, bu vakarlı kahramanların ufuklarda koşan siluetleri belirdi. ‘Zafer Takı’nın’ altından geçip bahçeye girerken dikkat ettim bu mücahitlerin ellerinde kılınç yerine kalem, kalkan yerine kağıt vardı. Düşmanları olan cehalet askerlerine sapladıkları her divit oku, adüvlerini karanlıktan aydınlığa çıkarıyordu. Bu harpte kan değil Mürekkep akıyordu toprağa. Bu büyük cidalin gölgesinde girdiğim bahçede sessiz ve serin bir mevsim karşıladı beni.
Mesai bitmiş, öğrenciler de dağılmış olduğundan bahçeyi sessizlik bulutları kaplamıştı. Ülkemizin, Ümmet-i Muhammedin ve tüm insanlığın İstikbalinin kurtarıcıları olacak, salih ve saliha sadık ve sadıka, çalışkan, dirayetli, özverili, cesur, mert, vefakâr, tevazu sahibi, sade, temiz; bedeninde, ruhunda iki cihan (dünya -ahiret) dengesini kurmuş talebelerin (Öğrencilerin) cıvıltılarından mahrum bahçeye girdim. Yıllara meydan okuyan ağaçlardan birinin serin gölgesine konmuş bir banka oturdum. Bu manevi yapıda elan öğretmenlik yapan oğlumu (Abdulkerim Ayhan) beklerken etrafa bir göz atınca bahçenin bizim zamanımıza göre epeyce bir değişikliğe uğramış olduğunu gördüm. Pek güzel dizayn edilen bahçenin bu yeni hali benim muhafazakâr ruhuma (böyle değişiklikler karşısında genellikle muhafazakâr ruhlar tedirgin olurlar) hüzün güneşi tulüğ ettirmedi (doğurtmadı)
ANLATILMASI ZOR BİR İKLİMDE
Bahçenin çimenleri, yürüyüş yolları gönüle huzur, kalbe dinginlik bahşediyorlar. Bizim zamanımızda da var olan ağaçlar hala dimdik ayaktalar. Bizim okuduğumuz binalar da (A ve B blok) karşımda gülümsüyorlar. Bu iki yapı, yılların omuzlarına yüklediği madde ve mana yorgunluğuna rağmen, manevi direklerinin sağlamlığı sayesinde zaman ile, sema ile, güneş ile, toprak ile vuslatlarını elan devam ettiriyorlar.
Bu kapı, bu bahçe, bu binalar, bu ağaçlar, bu çimenler... İnsanın ruhunu dinginliğe, aklını tefekküre, gönlünü sükunete davet ederken, Rabbimizin biz insanlara kardeş olarak yarattığı yüksek, yeşil, sakin ağaçların dallarına yerleştirilmiş hoparlörlerden çıkan ney sesi, hüzünle tefekkürü harmanlayıp ikram ediyor gönle ve kulağa..
Bu atmosfer, hissettiğim halde göremediğim bu manevi iklim, tüm benliğimi, anlatılması zor bir hale getirip sarmalamışken ağaçların tepe dallarına konuk olmuş iki kumrunun sesleri/konuşmaları beni başka bir aleme davet etti. Vefanın sultanı olan bu kuşlardan biri,
- Ku ku ku derken öbürü de
- Hu hu hu diyordu.
Kültürümüzde Vefanın, sevginin simgesi haline gelen bu kuşçağızların seslerinden herkes ayrı bir anlam çıkarabilir. Ben yukarıda yazdığım ruh hali içinde birinci kuşun kelamından (Ku Ku) şunları anladım:
- Nerede Hacıveyiszade (Mustafa Kurucu) Hoca Efendiler?
- Nerede Hayrettin Karamanlar?
- Nerede Ali Rıza Uğurlu'lar?
- Nerede Rıfkı Baydur'lar?
- Nerede Bayram Başpınar'lar?
- Nerede Hüseyin Avni Erdemir'ler?
- Nerede Muammer Tan'lar?
- Nerede İsmet Demir'ler?
- Nerede Nevzat Arabacı'lar
- Nerede Mualla Hanım'lar….?
- ……………………………………………………………….
- Nerede Ahmet Toksöz'ler?
- Nerede Abdullah Demiröz'ler?
- Nerede Sami Aladağ'lar?
- Nerede Mustafa Kürkçü'ler?
- Nerede Mehmet Duman'lar?
- Nerede Mustafa Dündar'lar ?
- Nerede İsmail özel'ler ?
- Nerede Eyüp Dalgıç'lar?
- Nerede M. Salih Gökgül'ler?
- Nerede Zekeriya Erbey'ler?
- Nerede İbrahim Erkol'lar?
- Nerede Muharrem Şener'ler?
- Nerede Hüseyin Üzülmez, Ahmet Sorgun, Hüsniye Erdoğan? İlhan Yerlikaya, Mustafa Özkan, Mustafa Büyük, Mustafa Çelik, İsmail Günay'lar …?
- Nerede? Nerede? Nerede? Nerede?
- Ku Ku Ku …
KU DEME HU DE
Bu Kumru sordukça tüm arkadaşlar, tekmil yaranlar, bütün dostlar gözümde canlandılar birer birer. Kimi, "Dünya limanına bir daha dönmemek üzere demir alıp gitmiş", gitmeyenlerin ise kimi gurbette, kimi Konya’da “iki kapılı bir hanın” çıkış kapısına yakın bir yerlerde vakit geçirmekte idiler şu anda. Bazıları ile halen görüşmelerimiz devam ederken kimilerinden ise ne ses var ne sada…
Bu ruh hali içinde dalıp gitmişken hülyalara, deminden beri ‘Ku Ku’ biteviye öten/nerede diye soran Kumrunun sesini eşi kesti ve;
- Ku deme Hu de gönlümün sultanı;
Evvel Hu- ahir Hu,
Zahir Hu - batın Hu,
Dünya Hu - ukba Hu" De dedi. Bunu masum, yumuşak muhabbeti bir ses tonu ile söyledi eşine…
Lakin Öbürü sormaya devam ediyordu,
-Nerede Lütfi Ayhan'lar?
Deyince ayağa fırlamışım elimde olmadan. Bu hal üzere ayakta hüznün ve masumluğun ağır bastığı, karmaşık duyguların ruhumu sardığı bir hal üzere ayakta kendimden geçmiş bir vaziyette beklerken, benliğimi büyük bir hicran kapladı aniden; Gidip de gelmeyenleri, gelip de göremeyecek olanları, adlarını unuttuğum nice yaranı;
"Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç
Bu son fasıldır, ey ömrüm, nasıl geçersen geç
Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan…” mısraları ile andım tek tek.
DÜNE BUGÜNE YARINA ŞARKI SÖYLEYEN KORO
Ruhum ‘Dönülmez akşamların ufuklarında’ mazi denen, bazen mavi, bazen kara, bazen yeşil, bazen sarı … renklerin hakim olduğu o sınırsız zaman kuşağında cevelan edip dururken, gözlerim, bin bir rengin, dilim, bin bir tadın, gönlüm bin bir duygunun arasında bir sarkaç gibi bir o yana bir bu yana, dört bir yöne sallanmaya başladı. Gönlüm zaman tahterevallisinde bazen maziye bazen istikbale varıp uğrarken, A ve B blokların birleştiği yerdeki çatının üstündeki ufukta büyük bir ruh ordusu tecessüm etti. Yaşlı genç, kadın erkek, mahzun sevinçli, zayıf güçlü binlerce ruhun silueti ve elan hayatta olan, okulda şu anda görev yapan öğretmen ve öğrencilerin gerçek görüntüleri büyük bir koro oluşturup haykırdılar zamana , mekana, bu güne ve yarına, ateşe, suya, arza semaya;
- Buradayız hep beraberiz. Vazife başındayız. Saadet ve selamet üzereyiz. ‘Asayiş Berkemal İnşallah’ . On binlerce ruhun ve ruhaniyetin oluşturduğu bu muazzam ve muhteşem koronun bir üyesi olduğum için çok mutlu ve pek bahtiyar hissettim kendimi.Ben de haykırdım onlarla birlikte şu cümleleri:
- Ey bu hür ufuklarda cevelan eden asil ruhlar! Sizlerle birlikte her gün ayın doğduğu yerlerde, güneşin battığı mekanlarda, cenneti kazanan erdemlilerln buluştuğu seherlerde bir ve beraberiz inşallah.
Bu halde dalmışken öteler âleminin derununa,
bir el değdi omzuma
-Baba çay mı içersin? Başımı çevirdim ve
- İçelim evladım, dedim.
-Kardeşin Mehmet Zahid’ de çok çay içmişti değil mi abisi Rıdvan ve kardeşi Hasanla burada.
Not: Şu linkten
Okulun tarihçesine bakarken bir şey dikkatimi çekti. Temel atma törenini gösteren bir fotoğraf var burada. 30’ a yakın kişi görünüyor bu resimde. Katılımcılar el açmış dua ediyorlar. Çoğu Fötr şapkalı, 5-6 tanesinin başı açık, Bir tane normal şapkalı ve bir de cübbeli, sakallı, takkeli Hacıveyis zade…Bence ilginç ve tarihi bir fotoğraf.