Globalleşme, küreselleşme... Ne kadar çağdaş bir kavram değil mi... Bir başka kültürlerin yaşam tarzı, düşünce dünyası, hayat algılamasının pazarlanmasından başka bir şey değil olmadığı bilinse… Zira dominant kültürün küresel temsilcileri bilinçaltımıza kazınan bu kavramlarla her şeyiyle aynı olmamızı telkin ediyor. Ve bu yolla dünyayı şekillendirme iddiasında olan yapılar, kültür pompaladıkları ülkeleri sömürmeye devam etmektedir. Bunu geçmişteki gibi zorla da yapmıyor bir taraftan… ‘Standartlaşma’ diyor mesela…
Durumu bu bakımdan değerlendirdiğimizde küreselleşme=McDolaldslaşma... desek yeridir. Malum olduğu üzere ‘McDolalds’ bugünkü hegamonik güç Amerikan kültürünü temsil eder. Kültür emperyalizmi (Batılılaştırma da diyebiliriz) kavramı durumu ifade etmek için kullanılmaktadır. Aynı husus sosyalist ülkelerde “kültür devrimi” olarak dikte ettirilmişti. İkisi arasındaki temel fark; sosyalist ülkelerde yukarıdan aşağıya yapılan dönüştürme batı medeniyetlerince soft ve profesyonel bir şekilde yürütülmektedir.
Küreselleşme daha yeni bir kavramdır ve “modern dünyanın imkân ve kabiliyetlerinden” maksimum düzeyde yararlanabilmeyi ifade eder. Kavram pozitif çağrışım yapsa da, zamana yayılı olarak güçlü olanın şartlarını kabule zorladığı, farklı yaşam ve kültür algılamalarını ortadan kaldıran, insanları zevk ve üzüntülerinde bile “tekdüzeleştiren” yapısı göz ardı edilmemelidir.
Küreselleşme, yerel ya da bölgesel uygulamaları da ortadan kaldırmakta, dominant kültürün kabulleri evrenselleşmektedir. Günümüzde bu evrensel kültür ekonomide kapitalizm, siyasette demokrasidir. Hâlihazırda alternatifsiz gözüken bu iki ilke de Avrupa Birliği’nin Maastricht ve Kopenhag kriterlerinde somutlaştırdığı politikalarının temelini teşkil etmektedir. Siyaseten demokrasi ile yönetilmeyen ülkeler dikta rejimi olarak tanımlanmakta ve kimi zaman bu durum “batılı güçlerin” demokrasiyi getirmek adına dolaylı hatta doğrudan müdahalelerine meşru zemin teşkil etmektedir.
İki kutuplu dünyada sosyalim sürekli kötü gösterildi bize… Öyleydi de zaten… Ama karşımızda bir düşman olduğunu bilir, ona göre pozisyon alırdık. Şimdilerde varolan ve kutsallaştırılan değerler toplumu içeriden ikna etmiş… Şeytan insanı hiçbir zaman zorlayamaz değil mi… Ama ikna eder… Şimdi iki kötüden hangisi daha kötü sizce… Teoman Duralı’nın tesbitiyle; “kültür soykırımı biyolojik soykırımdan daha etkilidir. Çünkü biyolojik soykırımdan kurtulanlar olabilir ama, kültürel soykırım topyekün imhadır. Örneğin yazıyı değiştirmek bir soykırımdır, bizde böyle oldu. Bizde yazıyla birlikte dil de değişti. Dil aklın dışa vurumudur. Dili zengin olan milletler akıllı milletlerdir."
Kültürel soykırımda ortada size ait her hangi bir değer kalmaz. Sizin yerinize düşünen 'küresel aktörler' bu yolla yani sizi ikna ederek elinizde avcunuzda maddi manevi her ne varsa alır. Küreselleşmenin artık sıradan insan tarafından bile 'kanıksandığı' günümüzde, FETÖ vasıtasıyla gündemimize taşınan 'dinler arası diyalog' çalışmaları küreselleşmenin 'küresel bir din' oluşturma ayağı idi... Her şey küresel-evrensel... Din neden olmasın (!)
Küreselleşme tek tip insan modeli önermektedir. Bütün yerel örf, adet, kültür… her ne varsa sıfırlanmak isteniyor. Türkiye’de devletin alt kültürleri uzun yıllar görmezlikten gelmesi, dil dahil bu kültürel zenginliklerin unutturmaya çalışılması, aşağılanması, hatta yasaklanması-cezalandırılması da böyledir. Türkiye’de bu politika sonuç da vermiş olup, alt kimliklerin (Gürcü, Çerkez, Arnavut, Boşnak gibi) dilleri yanında adet ve geleneklerini de yok etmiştir. Avustralya’da Aborjinlerin zorla resmi eğitime tabi tutulması da böyle bir şeydi. Nitekim Avustralya özür de dilemiştir. Türkiye ise ağır bedeller ödedikten sonra kısmi de olsa bu yanlış politikadan geri adım atmıştır.
Soykırım ya da uluslar arası hukuk literatüründeki adıyla, genocide (jenosid) işte bütün bu doğal farklılıklar nedeniyle tek tek değil topluca; bir başka deyişle, bir toplumun "ortak farklılıkları" nedeniyle en temel insan hakkı olan yaşama haklarının ellerinden alınmasıdır. Soykırım, değişik sistematik ayırımcı politikaları içerse de asıl ve özel anlamı budur. Bir başka deyişle soykırım, devlet eliyle yürütülen (Hitler Almanya’sında olduğu gibi) ya da göz yumulan (Arakan- Patani'de olduğu gibi) toplu ve sistematik katliamın adıdır.
Bir grubun yok edilmesi niyetiyle grubun vazgeçilmez yaşam kaynaklarının ortadan kaldırılması düşüncesini içeren çeşitli örgütlü planlar da bu kapsam içerisinde değerlendirilmektedir. Bir başka deyişle bir ulusa ait siyasi ve toplumsal kurumların, kültürün, dilin, milli hislerin, dinin ve iktisadi varlığının tahrip edilmesi ve bu gruplara dâhil kişilerin bireysel güvenlik, özgürlük, sağlık ve milli onurlarının yok edilmesini de kapsam içerisine alan görüşler vardır.
Bakınız soykırım; Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde (1948) nasıl tanımlanıyor; “milli, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubun bütününü veya bir bölümünü imha etmek niyeti ile aşağıdaki eylemler olarak tanımlanmıştır: (a) Grup üyelerinin öldürülmesi; (b) Grup üyelerine fiziksel ya da ruhsal açıdan zarar verilmesi; (c) Grubun, fiziksel varlığına tamamen ya da kısmen zarar verecek yaşam koşullarının kasten oluşturulması; (d) Grup üyelerinin doğumla çoğalmanın engellenmesi; (e) Gruptaki çocukların zırla başka bir gruba transferi, eylemlerinden herhangi birinin işlenmesi” (m. 2).
Bir insanlık suçu olan ‘islamofobia’ da bu planın bir parçasıdır. İslam’ı doğru anlamaya dönük küresel bir talep yoktur zira... Olayın esasen küresel ve uzun vadeli bir savaşın parçası olduğunu unutmamak gerek… FETÖ bunun ‘ılımlaştırılmış ayağı ise DAEŞ de ‘radikal’ ayağı…’ idi. Ilımlı İslam olarak sunulan FETÖ de, radikal olarak sunulan DAEŞ de aynı kaynaktan besleniyor ve aynı amaca matuf… FETÖ içerideki, DAEŞ de dışarıdaki insanı İslam’dan uzaklaştırdı.