Dün sabah namazını İskenderpaşa camiinde kıldım, muayenehaneme doğru yürüyordum. Üzerinde yırtık bir palto, kafasında kulaklarının altına kadar indirdiği toz toprak içinde bir şapka, paltonun aralıklarından çıplak vücudunun bazı yerleri görünen bir genç, kaldırımın kenarında mışıl mışıl uyuyordu.
Düşen çiğ ve kırağıdan bazı yerler buz tutmuş, içim burkuldu, gözlerim doldu. Bir anda M. Akif merhumun “Aldırma adam sen de geç git diyemem, aldırırım” sözü aklıma geldi. Fakat, genç uykudaydı. Ben de öyle bırakıp gitmem doğru olur muydu? Ondan sonra geceleri ben nasıl rahat uyurdum. Bekledim… on dakikaya yakın bekledim. Baktım bir motosikletli geliyor. Sabahın o sessizliğinde, ıssızlığında o kadar hızlı ve gürültülü gidiyordu ki, onun çıkardığı sesle sanki ölüler mezarlarından kalkardı. Başını beklediğim gençte o sesle uyandı. Bir sağa bir sola döndü, beni gördü.
Yavaşça eğilip “canım, bu vaziyette burada donarsın, gel seni sıcak bir yere götüreyim, seninle kahvaltı da yaparız bu sabah” dedim. Yüzüme baktı, baktı ve “sen beni öldürmeye götüreceksin kalleş” deyip, hemen ayağa kalktı ve paltosunun cebinden bir bıçak çıkarıp üzerime doğru yürümeye başladı. Tabii, o uykulu bitkin ve halsiz kalmış bedeni ile beni yakalaması ve benimle mücadele etmesi mümkün değildi. Ama o kadar şaşırmış, perişan olmuştum, ne yapmak istiyordum nasıl bir netice çıktı.
Onu öylece bırakıp “kaçtım” mı diyeyim, “ayrıldım” mı diyeyim bilemiyorum. Muayenehaneye doğru yürürken kendi gençliğim geldi aklıma:
Üniversiteye hazırlık kursu için 1975 de İstanbul’a bir Sonbahar’da geldim. Benden önce gelen hemşeri ağabeylerimizin yardımı ile, Fatih camiinin bitişiğindeki Vakıflara ait, Yüksek öğrenimde okuyan öğrencilerin kaldığı yurda getirildik.
Hem çalışacak, hem de üniversiteye hazırlık kurslarına devam edecektim. Burası ücretsiz bir yurttu. Zaten, beraber geldiğim arkadaşımın da benim de, ne otelde kalacak, ne de lokantada yiyecek kadar paramız vardı. Biz yüksek okula henüz devam etmediğimiz için, bazı geceleri yatma, yatak bulma problemi oluyordu. Memleketine gidecek öğrencileri takip ediyor ve onların yatağında yatıyorduk. Bir gece Şükrü arkadaşıma yatak var, bana yoktu. Ortada kalmıştım, bizim oranın tabiriyle. “ulan, hiç mi bağ sulamada, ekin sulamada sabahlamadık, hiç mi harmanda tınasın içine çuvalla gömülüp yatmadık, bu gün caminin avlusunda yatacağım arkadaşlar, yeter ki bana bir tek battaniye bulun” dedim. Hava bayağı soğuktu. İki battaniyesinden birini bana verecek arkadaşın gönülsüz verdiğini fark ettim.
Battaniyenin bir kısmını altıma serdim, bir parçasını da üstüme örttüm, derken uyumuşum. Fatih camiinin gürül, gürül sabah ezanıyla uyandım. Camiye doğru orta yaşlarda bir adam gidiyordu. Bir müddet giden adamı seyrettim, süzdüm. Kafasında yünlü, püsküllü Çeçen kalpağı, sırtında, yakası samur kürkten mi dersiniz, vizondan mı dersiniz şahane bir palto. Botlar o biçim, hasılı benim rüyalarımda göremeyeceğim bir manzara. Bir an, sanki imrendim. Hemen kendimi toparladım ve “ yazık adamın ne derdi vardır kim bilir, belki çok üşüdüğünden, varını yoğunu ortaya koyup onları almıştır, özenecek başka bir şey bulamadın mı” diye kendi kendimi azarladım. Hemen arkasından şu hikaye aklıma geldi:
Bir adamcağız gurbete gitmiş, o gün işlerini hallettikten sonra kalacağı bir yer aramaya başlamış ama, nafile. Ne yatacak bir han bulabilmiş, ne de kendisini misafir edecek birini. Evet, han bulamamış ama bir hamam bulmuş. Hamamın külhancısıyla görüşüp, küllerin alındığı bölümde kalmaya(yatmaya) izin almış. Yatak yok, yorgan yok, gene bende bir battaniye vardı. Küller de henüz ılıkmış, tam mışıl, mışıl uyutacak kıvamda. Küllerin üzerine kıvrılıp uyumuş. Belki de benim göremediğim renkli rüyaları da görmüştür. Sabah gün ışımaya başlayınca, gözlerini elleriyle ovuşturarak bir açmış ki, ne görsün; karşısında saray yavrusu gibi bir villa, villanın balkonunda da kürklere bürünmüş biri yatmakta. Bizimki demiş ki: Elhamdülillah, külde de sabah oldu, kürkte de. O hesap, imrendiğim kalpaklı, paltolu adama da sabah oldu, bana da.
Şeyh Sadi merhum şöyle diyor: Saltanattan daha büyük bir şey olmaz deme. Fakirin rütbesi ondan daha üstündür. Yükü hafif insanlar daha rahat uyurlar. Fakir yalnız ekmek kaygısı çeker, Padişah ise sırtında koca bir iklimin, beldenin kaygısını çeker. Fakir akşam yiyeceğini elde edince, Şam padişahı gibi huzurla uyur. Şimdi Tayyip beyi düşünüyorum da, yazık sırtında bütün bir Türkiye’nin yükü, madden ve manen virane bir ülke teslim almış, çırpınıp duruyor, ne gecesi belli ne gündüzü.
Ahmet Davutoğlu yıllardır tanıdığım bir kardeşim ve komşum. Önceleri neredeyse her gün gördüğüm arkadaşımı bakan olalı ayda bir kere bile göremiyorum. Biz sadece ekmek kaygısı çekip rahat uyurken, onun, bütün bir alem-i İslam’ın geleceği için, gecesi gündüzü bellisiz oldu.
Siz onların yanlarında onlarca korumalarına, lüks giyimlerine bakmayınız. Sizler gibi huzurlu sabahlıyorlar mı? Sizler çarşıdan alacağınız ufacık bir ihtiyacınız için evinizden hiçbir endişe etmeden dışarı çıkarken, onlar sokağı, çarşıyı, kimseler kendilerini fark etmeden dolaşmayı özlemişlerdir. Allah(c.c.) güzel işlerinde yardımcıları olsun inşaallah.
Hani ne derler; “Allah çok verip azdırmasın, az verip baktırmasın.”
Dostlarım, Allah hepimizi haysiyeti ve şerefi ile yaşayan ve o şekilde ölenlerden eylesin inşaallah(amin).
Abdülkerim Karaağaç